15 Aralık 2014 Pazartesi

you're so fine

Eğer bir gün kendimi saçlarım topluyken insan içine çıkabilirim gibi hissedersem, bir daha saçımı açmak istemiyorum. O kadar çok saklandım ki bir şeylerin,en ufak şeyin, saçımın bile arkasına, her şey ortada olsun istiyorum. Kendimi sıkıcı, kimsenin sevmek istemediğ, her zaman yetersiz biri olarak görmek istemiyorum. Ben bir psikolog için bile yetersizdim. Benden ağır travmalar geçirmiş, herhangi bir formda şiddete maruz kalmış olmamı bekledi. Benim sebeplerimi, kendimden nefret etmemi yeterli bulmadı yardım etmek için. Bunun sorunlarımın üstüne ne kadar fazlasını eklediğini umarım bir gün anlar. Ben anladım ki Türkiye'nin en iyi 10 üniversitesinden birinde okumak, yüksek lisans yapmak, doktora yapmak, kitap çıkartmak insanı o meslekte iyi yapamıyor. Ne eksik eğitiminde bilmesem de bir şeylerin eksik olduğunun bilincindeyim. O yüzden aslında çok tehlikeli bir iş meslek sahibi olmak. İşin temelinde karşındakine uzmanlaştığın konuda yardımcı olmak ama ben bildiklerimle hala hiçbir şey bilmediğimin, her dakika farklı bir şey öğrendiğim ve bunun hiç sona ermeyeceğini bilirken, nasıl karşımdakine o an ki bilgilerimle yetebilirim? Çünkü kendimi yetersiz ve değersiz hissetmemin sınırı yok. Ayrıca kendimi şımarık ve müsrif de hissediyorum. Bir yandan sevilmek istiyorum, sonra da insanlara sadece yetmediğimi, doğru-güzel olmadığımı ve hiç bulaşmaman gerektiğini düşünüyorum. Doğru ve güzel olmam gerekmiyor evet ama o insanın aradığı ne ise ben o değilim. Ben kimsenin aradığı değilim. Boş hissediyorum. Cahil hissediyorum. Öğrenmek, öğrenmek, öğrenmek istiyorum. Sonra uykum geliyor. İyi geceler.

9 Aralık 2014 Salı

Pam

Bugün derste yanımda oturan kız "Yeni ödevimizde grup olmamız gerekiyormuş..." diye konuşmaya başlayınca "Aa öyle mi.." diye geçiştirerek telaşla önde oturan kızlara grup olalım mı diye sordum. Öyle bir korktum ki gördüğüm ilk 2 kişiyle grup oldum. Üniversitede, en azından benimkinde tahmin edemeyeceğiniz kadar grup çalışması var -belki de sınıf kaynaşsın diyedir ve gerçekten işe yarıyor-  ve insanların grup olmaktan ölümüne korktuğu insan olmak eminim çok kötü hissettiriyordur. Umarım ben onlardan biri değilimdir, öyle hissetmiyorum. Ama siz de olmayın. Sınıfta insanların "Offf şu dersimde şu kız da var." dediği kişi olmayın. İtici olmamaya "çalışın" en azından. Ya da tembel/dersi anlamıyor olarak bilinmeyin.
Bahsettiğim kız itici gruptan değildi ama onla grup olduğumda bütün işin üstüme kalacağını biliyordum. Bir siz mi akıllısınız ya? Grup ödevinde yatanlar? Sınıf arkadaşını isponlayan tip olmak istemem ama bütün işi ben yaparsam söylerim bunu. Acımam. Bu da böyle okul hakkında söylenen bir yazı olsun.

3 Aralık 2014 Çarşamba

who would want someone like me

Size en eski anılarımdan birini anlatmak istiyorum, en iz bırakanlardan. Benim için değerli olanlardan. 10-12 yaşlarında olduğumu düşünüyorum, evet hafızam ancak o kadar geriye gidebilir zaten. Kuvvetli olmaması beni kahrediyor ama yapacak bir şey yok.
Bir gün yemek yemek için masaya oturdum ve çatalımın olmadığını farkettim, annemden çatal istedim. Çekmeceyi açıp eline ilk geleni aldı, sonra onu geri koyup başka bir tane seçti. Eline ilk gelen çatal, birazcık güç uygulayınca eğilip bükülen salak bir çataldı. O salaklığına ne kadar teşekkür etsem az. Annem, benim nasıl çatalla yemek yemeyi tercih ettiğimi biliyordu. Biraz önce çekmeceden kaşık alırken aklıma geldi ve gülümsemeden edemedim. O zaman, niye o zaman dediysem-sanki bir şeyler değişmiş gibi, kendimi değersiz ve kimsenin tanımaya tenezzül etmeyeceği biri gibi hissediyorum. Hala hissediyorum. Ama annem, dünya üzerinde bir insan bana dikkat etmiş, değer vermişti. O benim annemdi, tabi kii bana değer veriyordu ama bu çok ince bir ayrıntıydı. Çok şaşırıp ne yaptığını sorduğumu hatırlıyorum ona. Bu da böyle bir anımdır işte. kjfgnb
Ben biraz önce aldığım kaşıkla yoğurdumu yemeye başlıyorum, tabi kii de yarın dersimin olması şimdi in the flesh'in son bölümünü izlememe engel değil. Bu kadar derin dizileri yapan insanlar, iyi ki varlar.

Size bir tutam in the flesh:



8 Ağustos 2014 Cuma

on fire

Revealing the truth, it's like lighting a match. It can bring light, help you see more clearly or..
It can set your world on fire.
(Being Erica)

30 Temmuz 2014 Çarşamba

We belong



Being Erica adlı diziyi izliyorum ve onca mantıksızlığının yanında, mantıklı yanları da var, çok mutlu eden mantıklı yanları. Gülümseyerek kuruyorum bu cümleleri. Kalbim hızlı atıyor. O kadar doğruydu ki 6. bölümün sonu.
Geçmişe gidip yaptığın bir şeyi değiştirmek, her zaman o olayın akışını istediğin yöne çeviremiyor, eğer olması gerekiyorsa, yine oluyor.
Ve doğru şeyi yapmak belki de sonucu değiştirmiyor ama dünyadaki her şeyi değiştiriyor.
Bu cümleyi kurarken kalbim ağrıyor, çok anlamlı ah her şeyin anlamı.
Ben böyle dizileri seviyorum, bana doğruyu gösteren dizileri. Bir gün olur da doğruyu seçerim diye.

Bu arada Being Erica izlemenin en zor olduğu dizilerden biri. Online dizi izlenen sitelerde bulunmuyor, hd kalitede zaten yok, ancak indirebildim ve altyazısı da yok. Türkçe altyazısı yok hadi tamam, ingilizce olanı da uymuyor benim indirdiğime.
Ama böylece çok hoşuma giden bir şey öğrendim. Ben altyazısız da dizi izleyebiliyormuşum! *-*
Bazen esprileri kaçırdığım oluyor tabii ama genel çerçevede bir şey kaçırmıyorum ve bu çok güçlü hissettiriyor. Altyazıya ihtiyacım yok. :)
Tabii bu sadece Being Erica ve onun seviyesindeki dizilerde geçerli. Sherlock, Doctor Who gibi dizilerde kesinlikle altyazıya ihtiyacım var. Çünkü bu dizilerde türkçesi yazılmasa kesinlikle bilemeyeceğim terimler kullanılıyor, Sherlock ingilizcesi zaten ayrı bir mevzu..
Ah bir de Hannibal dizisinin dili! Onu denedim altyazısız ama olmadı.
Bir de bu söylediğim 3 dizi benim için inanılmaz derecede önemli olduğu için kesinlikle ayrıntı kaçırmamaya çalışıyorum, daha iyi anlamak için durdurup geri sarıyorum. O yüzden altyazısız yapamıyor olabilirim. Ama altyazı çok büyük bir yük, ben izlerken bir gözüm altyazıda olduğu için doğru düzgün izleyemiyormuşum aslında dizileri. Altyazısız izleyince anladım. :)

Hiç kimse sorunsuz değildir sanırım, bilmiyorum. Önce diyecektim ki tamamen kusursuz karakterlerle kendimi bağdaştıramıyorum, o yüzden Erica'yı çok sevdim, kendime yakın buldum. Ama tamamen kusursuz kim olabilir?
Serena van der Woodsen olabilir mesela benim gözümde. Ben kıskanç bir insanım, dizide bile çekemem böyle tipleri. Gerçi Serena'yı severim ben, ilk aklıma gelen örnek o olduğu için söyledim. Kitaplığımda 10 tane civarı dedikoducu kız kitabı var, kim beni d&r'a tek başıma gönderdi?!!
Küçükken aldım tabii, şimdi okumak istemiyorum..

Biraz da dizinin mantıksız yanlarından bahsetmek istiyorum. Bir kere, Erica çok güzel bir kadın. Ne kadar nefret etsem de,kabul etmek istesem de, güzellik, sex sells! Bu kızı neden kimse istemiyor?
Çok da parlak bir öğrencilik hayatı olmuş.
Daha sonra, bu güzel kızımız kendi geçmişine gidip "hata"larını düzeltmeye çalışıyor ama sonuçları genelde değişmiyor. Yani, kelebek etkisi, hayatındaki her şeyin değişmesi gerektiği gerçeğine ne oluyor? Sanırım senaristimiz bunlara pek inanmıyor, belki başka bir şeye inanıyor, kadere?
Erica geçmişini ne kadar değiştirirse değiştirsin gelecekteki yeri ufacık değişiyor, bazen değişmiyor..
Bir de olayın paradox boyutu var.. Paradoxu kelimelerle anlatmak çok zor! Orda, ben anlıyorum, biliyorum mantıksız olduğunu ama kelimeleri dökülmüyor, döküldüğünde anlamsız oluyor.
Bir daha deneyelim..
Şimdi bir Erica var. Bir şey yapıyor. Gelecekte bu yaptığı şeyden pişman oluyor ve Dr. Tom aracılığıyla dönüp onu düzeltiyor. Böylece o şey hiç yaşanmamış oluyor. Peki Erica geçmişinde o şeyi hiç yapmadıysa ve gelecekte pişman olmayacaksa, nasıl gelip düzeltecek? Anlatamadım değil mi, yine çok anlamsız oldu. That's the thing about time traveling! Doctor Who izlerken de bu tarz mantıksızlıklarla karşılaşıyorum. Zamanda yolculukla ilgili çoğu şeyde oluyor bu, olmak zorunda zaten. :) Yukarıdaki gifi görünce aklıma geldi bu paradox olayı.

Dizinin Kanada'da geçmesi de ayrı hoşuma gidiyor. Kanada'yı seviyorum, ordan çok sevdiğim insan var. Bir insanın yetişmesi için en güzel yerlerden biri gibi geliyor bana, insanın akıl sağlığına en iyi gelen yerlerden. O yerlerin arasında kesinlikle Türkiye yok. Her gün ayrı bir dert, işkence bu ülkede. Kendi ülkemden böyle bahsediyor olmak istemezdim ama doğruları kabul etmemiz gerek.


 Hayatımda bazı şeyleri kabulleniyorum, olacak bir şeyin olmasını bekleyip endişenmek, onu yaşamaktan daha kötü sanırım. Ya da o endişeyle kendimi çok hazırladığım, telkin ettiğim için daha hafif geçiyor. Tadını çıkarıyorum. Müzik hep yardım ediyor. Aşağıya koyduğum müzik bugün çok yardım ediyor.

Bu blogu yazarken ufacık zorlanıyorum, bunun sebebi de her şeyi ingilizce düşünmem. Zihnim ingilizce düşünüyor. Kuracağım cümleler önce ingilizce oluşup sonra türkçeye dönüyor. Yazarken de içimde çok büyük bir ingilizce yazma isteği doğuyor. Çünkü çoğu zaman ingilizce kurduğum cümleyi türkçe karşılayamıyor. I fail on my own language. Mesela bunu ingilizce düşündüm ve çeviremedim. Çevirilemeyecek bir cümle değil ama türkçesini söylemek istemedim, kulağıma hoş gelmedi. Evet bu bir dil yozlaşmasıdır. Umarım sizin başınıza gelmez, anadilimi kaybediyorum lan!

We belong to us.. And I belong to you..

Biri bana çok iyi bir psikolog ve yazar olacağımı söylemişti. Her zaman bana, beni en mutlu edecek şeyleri söyler. Eğer okuyorsan bunu da, seni çok çok ÇOOOOK seviyorum! Bir de sürekli özlüyorum şapşal.

29 Temmuz 2014 Salı

18 Temmuz 2014 Cuma

Why don't you know that you are my mind?

Aslında blog yazma niyetinde değildim, sadece bu resim çok şey hissettirdi ve bir şey yapmam gerekiyordu..
Bu akşam ve sabaha kadar ki vakit çok zor geçti.
Ben istediğim her şeyin anında olmasını istemiyorum aslında. Ama o şey olmadığında, olana kadar, saatlerce, günlerce o şeyi düşünüyorum. Nasıl yaparım diye binlerce senaryo yazıyorum.
Bu yüzden insanlar benim her şeyin anında olmasını istediğimi zannediyor.
Sadece zihnimi sakinleştirmeye çalışıyorum.
İçimde bir şey var, bir ses. Bana sürekli istediklerinden bahsediyor.
O saati al bana. Sonra şu pahalı ve gerçek deriden yapılmış çantayı(gerçek deri kullanmak istemiyorum, yapamam bunu. Ama gerçek deri olmayan zevkime uygun bir çanta bulmak bu kadar zor olmamalı. Yine de yapmayacağım. Bir hayvanın derisini yüzebilecek markalara para vermeyeceğim. Verenleri de anlamayacağım. Bu o çok beğendiğim saati de almamam gerektiğini söylüyor, markası yüzünden.Zor, çok). He unutmadan, o çok pahalı konsere de 3 günlük sahne önü bilet al. Ne yap biliyor musun? Babana baş ağrıları ver.
Ona hayır diyemiyorum, içimi kemirip duran ses ne isterse o oluyor. O sesin sahibi olma ihtimaline sahip şeyler, yanlış seçimler, hayatım boyunca korktuğum şeyler.
Ses diyor ki, bunları söylemek için çok gençsin ama söyle.
Onların parasını istemediğini, kimseye mecbur olmak istemediğinden bahset.
Bunda ona katılmamakta zorlanıyorum. Seslerimizi ayırmakta da.
Geceleri uyumama izin vermiyor, saatler ona yetmiyor.
Ama asıl nefret ettiğim şeyi benden öyle ihtişamlı gizliyor ki, yazarken aklımdan uçup gitmesinden çekiniyorum.
En nefret ettiğim şey, aslında o sese mecbur olmak değil mi?
O sese teslim olmak, o sesle birleşmek beni her şeyden çok vursa da engel olamıyorum.
Güçlü olamıyorum. Herkese karşı güçlü durabilir, istediği şeyi yapmayı reddebilirim ama kendime karşı gelemiyorum.
Kendimce çok açık ama sizce kapalı olarak anlattığım sesin son ürünü ve son derdimden bahsedeyim size. Daha öncede bahsettim elbette ama bu durum oluştuğundan beri kafayı yiyorum, sürekli bunun hakkında konuşuyorum.
2 Ağustos. Kuzenimin doğum günü.
Çok sevdiğim bir kuzenim değil. Tek yakınlığımız aynı binada oturmak.
Sevmediğimden değil, sevmemem için pek bir nedenim yok, onun da annesine benzeyip bencil ve terbiyesiz olması dışında. Nasıl olsa insanların böyle olmasına alıştım.
Ama sevmek için de bir nedenim olduğunu düşünmüyorum.
Evet sanırım benim bakış açım böyle, nefret etsem de, bencil bulsam da. O insanı sevmemek için bir nedenim yoksa sevmek yerine nötr kalıyorum. Tamam da bu şimdi önemli mi?
İşte bu sevgili(!) kuzenimin düğün günüNDE, benim yıllarca aşığı olarak dolaştığım HIM grubunun konseri var.
10:30da başlıyor konser. Makul bile davranıyorum, 9:30ta düğünden çıkarım diyorum. En önde olmayı feda ediyorum. Bu verebileceğim son nokta, daha fazlasının mümkün olmadığını söylüyor ses bana.
Ama babam, dalga geçerek söylemiyorum, çok sevdiğim babam, sırf onlara ayıp olmasın diye geleceksin ve sonuna kadar kalacaksın diye tutturuyor.
Beni kırmak istemiyor, çok daraldığını biliyorum, onu mahçup edeceğimi biliyorum. Bir kaç gereksiz insan kırıntısı mutlaka benim nerede olduğumu soracak ve babam cevap veremeyip kalacak biliyorum. Bunu ona yaşatmak en son istediğim şey. Onu zor duruma sokmak.
Hele ki o benim için her şeyi, HER ŞEYİ yaparken.
Ama anlatamıyorum kendime, diyemiyorum ki başka zaman gidersin, boşver, uğraşma, babana biraz merhamet göster, üzme artık onu, seni idare etmek zorunda kalmasın her zamanki gibi diyorum. Ona bunu yapmak istemiyorum. O kadar kalbim eziliyor ki onu bunu yaptığım anı düşününce, onu mahçup edeceğim anı düşününce.
Ama sadece kabul edemiyorum, benim için müzik hayati önem taşıyor, eğer bu konsere gitmezsem canım çok acıyacak, asla unutamayacağım diyemiyorum. Çünkü daha önce yaşadım, bir daha Türkiye'ye gelmeyeceğine neredeyse emin olduğum bir grup geldi ve o gece abimin düğününe katıldım, daha önce yaşadım ve ben o gece hissettiklerimi hala çok net hatırlıyorum, ne kadar acıdığımı, herkesten nefret ettiğimi...
Artık o grubu sevmiyorum, dinlemiyorum ve şuan üzülmüyorum belki ama yine de o anki sevgim ve burukluğum solmuyor. Ve bu grubu yıllar sonra da öyle hatırlayacağıma eminim, bin kat fazla acıyarak. Bu grubun benim için önemini nasıl anlatabilirim, bende şimdiye kadar çıkardıkları bütün albümleri olduğunu,ki sadece 2 grubun albümlerine sahibim albüm alan bir insan değilim, bulabildiğim bütün dvdlerine sahip olduğumu, o dvdyi binlerce kez izledikten sonra bile ders çalışırken hep arkada açık olduğunu, o ses olmadan kendimi iyi hissetmediğim günleri nasıl anlatabilirim?
Ben bir insana bağlanamadım, bir eşyaya bağlanamadım, ben seslere bağlandım.
Ve sırf o saçmasapan aileye, insanlara ayıp olacak diye benim kalbim kırılıyor. Kalbim o kadar kırılıyor ki.. Bir yol bulmaya çalışırken beynim acıyor.
Kuzenime benimle gelmesi için bilet bile almayı teklif ettim, sırf babam okay desin diye.
Ama şimdi düşünüyorum, benim için ne kadar önemli olsa da, babamı mahçup etmeyi mi seçeceğim kendi kalbimi kırmayı mı? Doğru olan apaçık, seçmeye gücüm yok.
Ve dünyanın o kadar derdi varken, benim derdim ne kadar ufak görünecek, güleceksiniz belki, özellikle Helene, üzgünüm dünyanın onca derdinin yanında kendi ufacık derdime yandığım için. Böyle birini sevmek ister misin ki.. Kim ister.
Ama dedim ya, söz geçiremiyorum, ses izin vermiyor.

13 Temmuz 2014 Pazar

we are all stories in the end


Size bir hikaye anlatmaya geldim, kendi hikayemi.
Aslında kimseye anlattığım yok, kendime anlatıyorum en çok. Geriye dönüp baktığımda, bugün, bu sabahın körü, bu saatte aklımdaki düşüncenin bunlar olduğu bileceğim. Kim olduğumu bileceğim.
Bunlar hep kötü bir hafızanın sonuçları, bir kaç hafta sonra kim olduğumu unutabilirim.

Geçen haftalarda bir gün, tabi kii hatırlamıyorum üstünden ne kadar geçtiğini, çok tatlı biriyle tanıştım.
O üniversiteden bu üniversiteye tanıtım günlerine giderken, psikoloji alanında öğretim görevlisi olan bu tatlı kadının ufak, sıcak ofisinde iki çift laf ettik.
Kapıdan girip oturduktan sonra bana ilk yönettiği soru neden psikoloji okumak istediğimdi. Ben de bundan bahsedeceğim şimdi. Orda kuramadığım cümleleri kuracağım. O tatlı kadın yüzünden kurmadığım cümleler değildi bunlar. Başkaları yüzünden kurmadığım cümlelerdi. Keşke onunla oturup sadece ikimizin olacağı bir yerde bir kahve için her şeyi konuşabilsem. Bu konu hakkında benimle gerçekten konuşabilecek birini bulabilsem.

Uzun zaman önce, değer verdiğim düşünceleri insanlara aktarmaktan vazgeçtim. Düşüncemi anlatmama değmiyorlardı, anlamıyorlardı. Ben de onlarla onların seviyesindeki düşüncelerimin sınırlarında iletişim kurdum.
O gün de bu seçimimden şaşmadım ve ona onca meslek arasından ilgimi çekenin sadece psikoloji olduğunu söyledim. Bölümler arasından diyecek olsaydım, cümlemi uzatabilirdik. Ama nefret ettiğim bir gerçek var ki, bir mesleğe sahip olmalıyım.
Maddi açıdan getirisi olan bir mesleğe.

Ben hayatım boyunca zorluk çekmiş bir insan değilim. Ailemin maddi durumu her zaman orta seviyede oldu ve hiçbir zaman isteklerim geri çevrilmedi. Buna öyle acı şekilde alışmışım, alıştırılmışım ki, şimdilerde şirketin pek iç açıcı olmayan durumu beni paniğe sürüklüyor.
Gerçi bunun olacağını beklemem gerekirdi, küçüklüğümden beri annemin bana defalarca söylediği şey bu şımarıklığı bırakmamdı. Eğer hep daha fazlasını istersem elimizde olanı da kaybedecektik ve ben bunalıma girecektim. Nitekim, her şeyimizi şükürler olsun ki kaybetmemiş olsak da, çok parlak bir durumda değiliz. Hayatım boyunca korktuğum şey başıma geliyor ve ben bir meslek edinme durumunda kalıyorum. Bunu düşünmek beni delirtse de ailem bir gün yanımda olmayacak ve ben tek başıma kaldığımda maddi bir dayanağa ihtiyaç duyacağım.
İşte o yüzden ilgilendiğim bölümler arasından mesleğe dönüşebilecek olanı seçtim.

Bu konuda iki teorim var.
1.Bu düşünce kafam zaman geçtikçe oturdu. İnsan psikolojisi, beyin yapısı, düşünce yapısı bana hep inanılmaz heyecan veren şeyler olmuştur. Psikoloji bölümünü seçmeye karar verince ilgim katlandıkça katlandı.
2. Her zaman buna ilgiliydim, her ayrıntı bunu işaret ediyordu ve yapmam gereken meslek bu.
Ve ben ikinci teorim üzerinde yoğunlaşıyorum. Neden mi? Anlatmaya çalışayım.

Bir kaç yıldır youtube'u her gün açıp video izleyen insanlardan biriyim. Okumayı öğrendiğimden beri kalın kitap hastası, kitaplara aşık biriyim. Bir kitap ne kadar kalınsa, ne kadar çok ayrıntı varsa, karakteri ne kadar derinden tanıyacaksam o kadar iyi diye düşündüm hep. Tabii karakteri yakından tanımak sadece sayfa sayısından ibaret değil. Ama bu tamamen başka bir hikaye.
Mesela insanlar bu cümleyi kurduğunda, bir şeyden bahsederken arada geçen bir konu için "bu tamamen başka bir hikaye" diyerek asıl anlattıkları şeye döndüklerinde, hep o hikayeye duymak için delirdim.
Bir youtube videosu izlerken, genelde makyaj ve kitaplar üstüne videolar izliyorum, diyelim ki bir kişinin makyaj yapmasını izlerken, o kişinin hep kendinden bahsettiği ayrıntılar beni heyecanlandırdı ve aslında makyajıyla ne kadar az ilgilendiğimi farkettim. Youtube'da çok meşhur olan çantamda ne var videoları beni hep heyecanlandırdı çünkü bir insanın çantası onun hikayesiyle ilgili çok fazla ayrıntı içerir.

Ben hayatım boyunca insanların hikayelerini duymak istedim, o yüzden kendimi kitapların ve farklı insanların hikayelerinin dünyasından alamadım. Ben şimdiye kadar tanıdığım, gördüğüm, duyduğum hatta okuduğum yazarların hikayelerini dinlemek istedim. Her insan bir hikaye ve ben kendi hikayemi başkalarının hikayelerinde kaybolarak oluşturmak istedim.

Bir insanın karşıma oturup bana içinden atmak istediklerini anlatması her zaman içimi ısıttı. Hayatım boyunca yapacağım işin bu olacağı düşüncesi kalbimi ısıttı, bu işi yapacaktım, her gün saatlerce en sevdiğim şeyi yapacaktım ve bunun için para alacaktım. Sağlamak zorunda olduğum geçimimi, para istemeden peşinde koştuğum şeyle sağlayacaktım.

Şuan bunu büyük ihtimalle yapamayacak oluşumun bilinciyle ağlıyorum, ağlıyorum ve neden kendi hikayemin bana yetmediğini merak ediyorum.
Neden kendimi hiçbir zaman sevmediğimi.
Ve bunu cevaplamak hiç zor gelmiyor bana. Hiçbir zaman fiziksel olarak istediğim insan olamadım, kimse olamadı belki de ama ben nefret ettiğim şey oldum her zaman. Ben olsaydım kendimi sevmezdim, neden benimle hala arkadaşsınız cümlesini binlerce kez kurdum. İnsanları kendimden uzaklaştırmayı bilerek ya da bilmeyerek binlerce kez denedim. Sadece bir kaç kişide deneyemedim bunu. Onları alıp hayatımın içine sokmak istedim ve hiç bırakmak istemedim. Beni sevdikleri o kadar okunuyordu ki gözlerinden, ben kendimden nefret ederken, onların sevmesine izin vermek istedim.
Hiçbir zaman güçlü olamadım. Kendimi ve yaptığım şeylerin sorumluluğunu kabul edemedim. Hala edemiyorum. Güçlü olmamayı ailemin suçu olarak görmeye çalışıyorum. Bana her şeyi verdikleri için kendi başıma bir şey kazanmayı bilemediğimi düşünüyorum.
Emek vermek, çalışmak yerine kolay yoldan elde etmeye çalışıyorum her şeyi.
Bunu yapamadığımda da ailemi suçluyorum, devleti suçluyorum, beni güçlü ve azimli yapmadığı için Tanrı'yı suçluyorum.
Hiçbir şeye gücüm yok bu hayatta, sevdiğim şeyi kovalamaya. Pes edip oturacağım. Biraz daha suçlayacağım. Biraz daha zarar vereceğim. Durmak istiyorum. Ama nasıl duracağımı bilmiyorum..

İşte benim "neden psikoloji okumak istiyorsun" hikayem böyle.
Ve diğer bütün psikoloji okumak isteyenleri de suçluyorum. Eşit ağırlıkta başka seçecek bölüm bulamadıkları için, böyle tutkuyla istemedikleri bu bölümü yazıyorlar, herkes bu bölümü yazıyor ve sonra ne oluyor? Bu bölüm ilk 2 bini alıyor. İlk 2 bin.
Ve ben pes ediyorum. İlk 2 bin içinde olmak rüya gibi bir şey, olurum, çalışırsam birinci de olurum ama buna gücüm yok, pes ediyorum. Çalışmak, emek vermek, keşke bilebilseydim bu kavramları.
Belki bir öğrenirim, öğrenirsem gelir yine kendime anlatırım. :)
Aranızda psikoloji okumak isteyen ya da okuyan var mı? Sizin hikayenizi de duymak isterim.
Ah, blogu da bu yüzden bu kadar seviyorum. İnsanlar anonim olarak içlerini döküyorlar burda, benim sevdiğim tarzda bloglar yapıyor bunu diyelim ve boom, işte en sevdiğim şey.

Doctor Who'yu da bu yüzden seviyorum. Çünkü o böyle böyle demeyeceğim, hiçbir şey anlatmayacağım. Ama Doctor Who'nun hikayesi benim sonsuza kadar dinlemek istediğim bir şarkı.
Bu arada şarkıları dinlerken de şarkı sözlerinden vokalistin hikayesini dinliyorum. Şarkıların müzik kaliteleri bir yana, onları sevmemdeki kocaman etken bu.
Ve vokalistin değil de başka birinin yazdığı şarkılar her zaman kalbimi kırıyor. Herkes kendi hikayesini söylesin canım, istemiyorum ben sesi güzel birinden, satın alınmış bir hikaye dinlemek.
İşte anlatmak istediklerim böyleydi kendim. Rahatladım, mutluyum. Teşekkürler.
Şimdi tek dileyim klimayı açtığım için alt ve üst katta oturan insanların rahatsız olması. Dayanamıyorum sıcağa, kışın değerini iyi bilmeyi unutma!

7 Temmuz 2014 Pazartesi

The Doctor is Dying




Bana doğru yavaşça bir kaç adım atıyor. Sonra da hepsini bir anda. Benim hayatım yansımalardan oluşuyor. Kurduğum cümleler de, nefret ettiğim kitaplardan. 
Usulca yanıma oturup, beni bir kez daha öldürüyor. Yapmak zorunda olduklarımın gerçekliğine gözlerimi kapatıyorum.Benimle böyle oyun oynamasından nefret ettiğimi düşünüyorum. Sonra da kulağıma beni özlediğini fısıldıyor.Evet diyorum, ben de özlüyorum onu.
Çocukken benimle olan, bana hep yol göstermiş olanı. 

"İnsanlar değişir. İnsanlar hep gider." diyorum usulca ona. Kendime de defalarca söylediğim gibi. Honey'in ısrarla öğretmeye çalıştığı gibi. Bir an sonra asla bu farkındalığa erişemeyeceğimi düşünüyorum. Bulup bulup kaybetmenin kaderimde olduğunu kabullenişim üzerinden çok geçmedi. Her farkettiğimde peşime düşerlerdi. Önde Bencillik koşardı, genelde yakalayan da o olurdu. Eğer ufacık bir direnç göstermeye karar verdiğim günlerden birindeysek de peşi sıra Hırs gelir, ufacık öpücükler kondururdu dudaklarıma. Bir saniye dokunur kaçardı dudakları dudaklarımdan ama River'ın öpücüğü kadar tatlıydı öpücüğü. Tatlı ve zehirli.

"Yakında beni bulurlar" dedi; sonum geldi.
Onun peşinde koşan şeyler bambaşkaydı tabii, herkes hayatta bir şeylerden kaçardı. Çok vaktimiz yoktu, biz nerdeydik sahi?
Piramidin tepesinde, dünyanın sonunda bir yerlerde ilerlemeyen saatin tik toklarına kulağımızı vermiş oturuyorduk. Gözümün ucuyla bir bina yakalar gibi oluyorum, beni başka dünyaların prensesi yapan sahnelere sahip. Her seferinde farklı bir rüya ve gerçekliğe tutunan tırnaklarımın kırılma sesleri, tek duyduğum tik tok goes the clock.

Sonsuzluğa uçarken düşündüğüm tek şey çığlıklarla çınlayan sahne, kapanan perde değil, neden birden Etna Dağı'ndan yuvarlandığımdı. Bana onca şey vaad eden Athena da nereye gitmişti?
Tiyatromu ateşe verdim. Binayı da. Havai fişekler de kutlama içindi.
Ve arkamda bana el sallayan alevlerle vedalaştım. Artık evim yoktu, tek arkadaşım alevlerdi, alevlerin içindeydim. Run to the hills, run for your life diyen Bruce'u dinlemekle iyi etmişim değil mi? Bir kez daha kaçmaya başladım.

Ve oradan geçen iki büyük kamyon, bende çok uzaklara gitme isteği uyandırdı.
Hayatım boyunca istediğim buydu, çok uzaklara gitmek. Ama ne kadar uzağa gidersem gideyim kendimden kaçamıyordum. Neyse ki gerçeklik algımdaki cızırtı beni uzaklara götürmeye kararlıydı. "Bu sefer nereye gitmek istersin Alice, hangi delikten atlayalım?" 

Başka bir gerçeklikte kaybolmaya hazırlanırken, yanımda oturanı farkettim. Tekrar. Onunla vedalaşmam mı gerekiyordu? Onunla tanışmam mı gerekiyordu? Ters yönlerde giden iki tren gibiydik, asla doğru yerlerde karşılaşmayacak ve sonsuza kadar birbirinden uzaklaşan. Ona döndüm ve gözlerimin içine bak dedim. Belki orda beni bekleyen dünyaları görür, içimde bekleyen sonsuz insanlara bir şans verirdi. 

Ne son ne de ilk kez dudaklarımdan öptü, zaman tekrar rayına oturdu ve o öldü. 
Kaçış tekrar başladı, bu sefer nereye Alice?


Not:İzleyenler anlayacaktır, hatta baştaki resimden izlemeyenler de anlayacaktır, doctor who'nun çok etkilendiğim bir kaç bölümünden esinlenmelerle dolu bir yazı oldu. :)

1 Haziran 2014 Pazar

winters

Biraz önce, bir şekilde, neden bu blogu yazmaya karar verdiğimi hatırladım, farkettim.
Ben, hiçbir zaman hafızası güçlü olan bir insan olmadım. Biraz önce çok yakın bir arkadaşımın bana daha çarşamba günü söylediği bir şeyi hatırlayamadığım için telaşla, o şey bugün müydüüü?, yazdım. Ve bu beni fazlasıyla üzüyor. Bazen insanlar bana, onlarla yaşadığım bir anı anlatıyor ve ben o anı öylesine hatırlamıyorum, o kadar tanıdık gelmiyor ki ilk defa duyduğum bir şeyden farkı olmuyor. O anı hissedemiyorum. İşte bu yüzden yazmak istemiştim. Hissettiklerimi, insanların bana hissettirdiklerini unutmamak istemiştim. Gerçi artık bundan da emin değilim çünkü okuduğum zaman bana tanıdık gelmeyen bir anım, ne kadar faydalı olabilir hatırlamama? Ama yine de.. Yine de yazmak istiyorum.
Yazmayı seviyorum. Uzun zamandır yaptığım bir şey var. İnternette yazdıklarını yayınlayan bir yazarın sitesine koyduğu hikayeleri, kitapları indirip okuyorum ve onlara yorum yapıyorum. Bence bir kitabı okumanın en yararlı yolu bu. Ben, onu mutlu etmek ve emeğinin karşılığını vermek için yapıyorum bunu en başta ama okuduğum bir şey hakkında düşündüklerimin, beğendiğim cümlelerin not alınmış hallerinin de bende bulunması hoşuma gidiyor. Ama bir kitabı aldığımız zaman bu sorumluluk tamamen kalkıyor, parasını bedel olarak veriyoruz ve o kitabı satın alıyoruz. Yorum yapmasak da olur, parayla yaptık katkımızı nasıl olsa. Ve bu beni üzüyor. Okuduğum kitaplarda da bunu uygulamak istiyorum. Ama karşımda benden yorum bekleyen biri olmadığı için, bir zorunluluğum olmadığı için yapmıyorum. Zorunluluğum olmadıkça çoğu şeyi yapmıyorum. Sabah kaçta kalkacağıma bile karar vermiyorum, vermek istemiyorum. Sorulduğunda, bilmiyorum diyorum. Çok şeye bilmiyorum diyorum. Sınav tarihleri ne zaman dediklerinde bilmiyorum diyorum. O kadar yoruldum ki yaşamaktan, evet daha bu yaşta, yaşamaktan, zorunlu olmadığım hiç bir kararı vermeyip akışına bırakıyorum. Son zamanlarda kendime sık sık "dünyanın sonu değil ya" diyorum. 9 gün geçiyor yapmam gereken şeyin üstünden ve ben günleri saymayı çoktan bırakmışım. Hatta bu sebepten, dünyada en çok istediğim şeylerden biri elimden kayıp gidiyor ama benim tek söylediğim "daha burdayım, nasıl olsa alırım."
Kendimle ne yapacağımı bilmiyorum. Daha doğrusu, kendimin bu hiçbir şey yapmayışıyla ne yapacağımı bilmiyorum. Amacım ne, artık bilmiyorum.
Ben kimim, bilmiyorum. Elma mıyım, armut muyum? Bana bunu Gab neredeyse 1 yıl önce sormuştu. Ona hiç cevap vermedim. Yazdım aslında, hala taslaklarda duruyor ama sonra çok saçma geldi, sonra araya başka şeyler girdi.
Her neyse, şimdi o yorum sorumluluğuma dönüyorum. Belki de şans yanımda olur ve o isteyip kaybettiğim şeyi alırım hmm, ne dersiniz? Gittim ben. :)

anlamıyorum..

Çok üzgünüm, tekrar bundan bahsedeceğim. Ama bahsetmem lazım. Çünkü insanlar beğeniyor ve ben gerçekten anlamaya çalışıyorum. Nasıl?
Aynı Yıldızın Altında kitabını tanımlamak için kullanacağım kelime kesinlikle cheesy.
Sizinki nedir?

Bu arada, müzik bile dinleyemediğimi farkettim. Yaşayamıyorum ben. Sadece yapmam gerekenleri yapıp, erken yatmak için bahaneler arıyorum.
Whatever.
Bu fotoğrafı ne kadar sevdiğimi anlatamıyorum ki.

27 Nisan 2014 Pazar

Touch of reality



Aslında azıcık bile suçluluk hissetmiyordum, bütün utanmazlığımla oturmuş, 5 yıl bekletmesinden sonra gelen adamı düşünüp, hangi şarkıları beraber mırıldanacağımızı düşünüyordum. Ama biraz önce mutluluğumu baltalamak isteyen diğer adam geldi ve o kadar tatlıydı ki, kimi seçeceğimi bilmiyorum. 4 yıl önce yaptığım yanlış seçimden çok pişman oldum ama şimdi olsa yine aynısını yaparım. Sadece ikisini birden yapmak isterdim. Yoksa seçtiğim şey, doğru olanıydı. Bu sene yine aynısıyla karşı karşıya kaldım ve kalbim ağrıyor ne seçeceğimi bilememekten. Sanırım daha kapalı anlatamazdım ama sizin anlamanız gereken de bu kadarı, seçemiyor olmam. Oysa hayatım boyunca çok net bir insan olmuşumdur. Hangisi benim için faydalıysa onu seçmişimdir, diğerlerini düşünmeden. Şimdi geriye bakıyorum ve bu kadar bencil olmaktan utanıyorum. Ve bunu en azından farkında olarak yapmış olsaydım diliyorum. Bencil olmak kötü bir şey ama hem bencil hem de bunun farkında olmadan hep kendinizi haklı çıkaran bir insansanız, bu vahim bir durum. Ne kadar bencil ve umursamaz olduğunuzu farketmeniz fazla zaman alıyor çünkü. Otomatik yazı denen bir şey varmış edebiyat dersinde duydum geçen. İşte! dedim. Benim blog yazmam bu işte. Çok fazla ders gördüm şimdiye kadar ama sadece edebiyatta ve sosyolojide çok fazla eğleniyorum, ilgimi çekiyor. Psikoloji dersine girdim sayılmaz, o yüzden o konu da bir şey diyemiyorum. Sizce bu beni nereye götürür? Hangi bölüme götürür? Çünkü HALA bölümler arasında da gidip geldiğim anlar oluyor. Bu yaşta böyle bir seçimi ellerime bırakmanız hiç de adil değil. Bunu her zaman büyük ve olgun olduğunu iddia eden ben söyledim bunu. Çünkü işime geldiğinde daha çocuk, gelmediğinde aklı başında ve olgun. Ve yazının tam burasında, iyi ki Seda var! dedim ve whatsappten ona cevap yazdım. Hayatımda tanıdığım en pozitif ve neşeli insan olur kendisi, ne söylersem söyleyeyim, ne olursa olsun gelir onun olumlu bir yanını bulur bana söyler ve beni dünyalar kadar mutlu eder. Onunla konuşmak öyle kolay ki. Beni her zaman dinliyor, anlıyor. Baze ona 3 gün cevap vermediğim oluyor. Ve kötü hissediyorum. Her seferinde bana kızıp saçmalama yoğunsun biliyorum yazıyor. Ve o böyle karşılık beklemeden her şeyi verdiğinde, ben de ona her şeyi vermek istiyorum. Ona dünyaları vermek istiyorum çünkü o bana dünyaları veriyor. Keşke erkek olsa lan kjbkjfg
Ha sonraaa... Lys matematik kitabı olarak fddyi almamanızı şiddetle öneriyorum. 2 soru çözebildim şimdiye kadar. Hayır zorluğundan değil, saçma!
Bahsetmesem olmaz, hala Hannibal izlemediniz mi? Dizi olan? Harika bir yapım. Sanatsal.
3. sezon çekmeyip diziyi iptal ederlerse, aptallık olur. Çünkü ortaya koydukları şey başyapıt. Utanmadan 4 kere izledim ilk bölümü. Doyamıyorum ki 2.ye geçeyim. Tabii sezonlar bittikten sonra yaptım bunu.
Duymadım demeyin, TRAVIS GELİYOR.
Sınavlarımın ortasına koymuşlar konseri, hep bundan korkuyordum ama koşarak gideceğim.
HIM GELİYOR. Kurban kessem yeridir. Bu ne kadar sevdiğimi açıklar umarım.
Bir de arctic monkeys gelse, şimdilik konser dileklerim tamam olacak. Daha çok istediğim grup var ama huzurla ölebilirim. Çok da içimde kalan kimse olmaz Alex'i de görürsem.
Iron Maiden gelebilir tekrar çekinmesin. Konser performansları tatmin edici olmasa da, başka seçenek yok.
Dershanede bütün sınıf seminer yapılmasına karşı çıkıyor olabilir ama beni inanamadığım kadar çok motive ediyor, iyi ki yapıyorlar, ben memnunum.
Almost Famous diye bir film indirdim, Essie'ciğimin favorisiymiş de, izleyen? Tumbs up or down?
Kabak çekirdeği güzel şey.
Yeğenler de.
Haydi baş baş.
Kafanız hayrolsun.


22 Nisan 2014 Salı

the lonely god.

Merhaba sevgili okumayanlarım. Yine bilgisayarın başına dolu oturup her şeyin uçup gittiği anlardan birinde, the lonely decisiondaki kemanlar kalbimi dağlarken bir şeyler yazmaya çalışıyorum da işte bunlar hep sohbet muhabbet. Değinmek istediğim dumanlılar da yok değil ama varsalar gelsin de konuşsunlardı, ben ne yapayım, hı?
işte diyorum ki, 2 tane element var elimizde. 2 taraf da suçlu, masum kimse yok. Kalmamış.. Ama hep kendini acındıran bir taraf var, bir de masum olmadığını suçlulukla kırmızı yanaklarında taşıyan ama dürüst bir taraf. Diyorum ki, kolay dimi herkesin gözünde acılar çekmiş masum kurbanı görmek. Ama çok zor aslında kendini kurban gibi göstereninin hiç masum olmadığını anlamak. Bir de büyük beklentiler var. Böyle iğrenç oyunların içinde fışkırmasıyla yerler bir olan, minik Tix'in kırıkları gibi paramparça beklentiler. Benim Merry'i özlediğim kadar paramparça.
Aslında hayatımdaki her şey şuan paramparça. Belki toplayamadığımdan yazamıyorum. Buraları da dağıtmak istemiyorum. Bugün farkettim, yemek yerken bile çok düzenli bir insanım. Her şeyi tane tane, sırayla yapıyorum. Hepsinin birbirleriyle birliktelikleri var. Hayatımda bunun olmasını kaldıramıyor olabilirim diye düşünmüyor değilim. Düşünüyorum. Blog da bu yüzden yazıyorum sanırım. Normalde hayatın akışıyla kayıp giderken gözüme çarpanlar üstünde düşünmek için.
Düşünmeyi seviyorum. Durumlar üstünde, hayatlar üstünde. Kendim için doğru mesleği de bulduğuma dürüstlükle inanıyorum. Sadece o mesleğe gidecek yolu doğru bulduğumu söylersem yalan söylemiş olurum. Sadece bu ülkedeki herhangi bir yolu doğru bulduğumu söylerken kendimi kandırmış olurum. Ama aslında hayat sadece Doctor'un yalnızlığı. Çok saçma bir geçin demeyin, anlamıyorsunuz ki ben the lonely decision dinlerken kalbim eziliyor, gözlerimin önüne buğulu bir perde iniyor. Sonra yükseliyor, yükseliyor. Kalbim 1-2 saniyeliğine yerinde kıpırdanıyor. Derin bir nefes alıyorum. Ama boğazımda sanki paslı çiviler, göğüs kafesim bu yalnızlığı taşıyamayacak kadar kırılgan.
O yalnız bir tanrı. Ve onu düşünmek beni asla üzmeyecek. onu düşünmek beni asla mutlu etmeyecek.


10 Mart 2014 Pazartesi

Kırık

Kitabı sevmiş olan insanlar lütfen alınmasınlar. Bunlar benim kişisel duş1uncelerim ve zevkim. Son 1 saattir Aynı Yıldızın Altında adlı kitabın ne kadar rezil olduğunu düşünüp buna dair yorumlar okuyorum. Basından beri çok vasat bir kitaptı, ortalara doğru kelime oyunlarıyla, tekrarlamalarla kitabın içine çekildiğimi düşündüm ama kitap aynı vasatlıkla son buldu.. Içinde beğendim bazı sözler var, onları sadece kişisel olarak beğendim.  Kendi hayatımda karşılığını buldum. Yoksa söyleyen kişinin söylemesi bana hiç çekici ve dürüst gelmedi.
Ilk once, 2 bakışmayla birbirlerine aşık oldular. Bundan daha cheesy ve bariz verilen *ilk görüşte aşk* görmedim. O akşam kız hemen çocuğun evine gitti falan derken, hiçbir şey yaşamadan hoop aşık oldular. Çocuk onun için dileğini harcadı Hollanda'ya gittiler. Seviştiler.  Biri öldü diğeri üzüldü. Ama ben hiç birini hissetmedim. Sadece ölmeden önce sevişmek ve bir şeyler yaşamak isteyen 2 insan gibiydiler. Öyle yazılsaydı gerçekçi ve güzel bile olabilirdi. Üslup berbat, konu sıradandı. Çok sevdiğim bir arkadaşıma söz vermemiş olsaydım, kitabın filmine de asla gitmezdim.  Hala öğrenmedim, bestseller olan kitap güzel olamaz. D&R'ın girişindeki o çok satan harika kitaplar rafindan uzak durma kararı aldım ve kendimi şiire adıyorum. 10 metre mesafeden Haydar Ergülen'e aşık aşık bakma şansı yakaladım geçen hafta, şimdi şiirlerini elimden bırakamıyorum. Yarın da kitabını alacağım.
Tekrar söyleyeyim, siz begendiyseniz, ne güzel.  Benim için olmayan bir kitaptı..

Sanırım artık bir dönemi daha geride bıraktım. Bir 4 sene önce beğenir miydim diye düşünüyorum bu kitabı.  Hayır yine beğenmezdim ama belki konusu için okurdum.  Beni üslup açısından tatmin etmese de konusunu severek okuduğum kitaplar oldu. Ancak artık o konuda da epey seçiciyim. Bir kitaba başladıysam yarım bırakmaz mutlaka bitirmek isterdim. Artık öyle bir uğraşım yok. Vaktim değerli ve onu benim için hayal kırıklığı olacak bir kitaba hayır diyorum.
Bunu yemeklerde de yapıyorum. Yemek, ihtiyaç sınıfında geçen bir şey olduğu için bunu yapmak yanlıştır belki bilmiyorum ama beğenmediğim bir şeyi kesinlikle yemiyorum.  Masada bırakıp kalkıyorum. Hem onu yiyerek kilo alacağım hem de yerken acı çekeceğim, olmaz öyle şey. 
Her zamanki halimden daha da seçicileşiyorum.  Sanırım hayat, memnun olmadığım şeylerle harcamak için çok kısa. Evet, onları bırakıp gideceğim. Dönüp bakmacayağım. Çünkü umrumda değil. I'll survive anyway. Or die. Whatever?!


Posted via Blogaway

25 Şubat 2014 Salı

Lady, where has your love gone?



3. paragrafta spoiler var, ona göre. :)

Bir arkadaşım bana, neden my mad fat diary'i çok sevdiğimi sormuştu. O zaman cevap verememiştim. Ya da doğru cevabı bulamadığım için başka bir şeyler gevelemiştim, hatırlamıyorum. Ama biraz önce duş alırken neden sevdiğimi anladım. Bazen, geçmişten saçmasapan konuşmalar kulağıma geliyor ve tekrar düşünüyorum. Bazılarının cevabı bulunmuş oluyor, bazılarıyla başka bir duş vaktine kalıyor. Gariptir, duşta her zaman bloga da yazmak istediğim şeyler düşünüyorum. Maddesel olarak temizlenirken, aklımdaki tortular da onlara tutunup gidiyormuş gibi hissediyorum. Bulduğum cevaba geleceğim ama sadece müzik güzel, konuşmak güzel.
Şimdiye kadar ki tecrübelerimden, izlediğim ya da okuduğum bir şeylerden sevdiklerimin ortak bir paydada buluştuğunu söyleyebilirim. Bana hissettirmeleri. 
Ben my mad fat diary'i izlerken, Rea'yi hissediyorum. Buraya, mutlaka siz de izlemelisiniz, herkes izlemeli, ölmeden önce izlenmeliler listenizde yer almalı diyemem. Çünkü Rea'i tanımıyor olabilirsiniz. Ben yaşadığı herhangi bir şeydeki yüz ifadesini tanıyorum. Ben Rea'i tanıyorum. Öylesine tanıyorum ki, yaşadıkları çoğu zaman bana çarpıp parçalara ayırıyor ve gidiyor. Ben aslında Rea'yim ve Tix ölüyor. Rea bana her şeyi hissettiyor. Çoğu zaman acıyı hissediyorum ama bu da bir his, değil mi? . Ben sevdiğim şeyleri, hislerimle seçiyorum. Ve hislerimle bırakıyorum.
Ne zaman bunu istemeye başladığımı bile hatırlamıyorum, uzun yıllardır hayatımın bir şekilde kaydedilmesini ,her ayrıntısıyla, ve bunu izleyebilmeyi diliyorum. Diliyorum çünkü gerçekçi bir his değil. My mad fat diary, bana hayatımın kayda alınmış hali gibi geliyor.
Tek eksiğim, orda her zaman bir Tix olmuyordu. Şimdi Rea'in de yok. Ve bu bana aynı darbenin kaçıncı çarpışı olacak bilmiyorum ama vücudumda kendine yer açtığına eminim. Ama ne demiş Alex the badass, let's go down, down, low down. Ben de öyle yapıyorum. 


19 Şubat 2014 Çarşamba

Wasted again

Biraz önce biriyle karşılaştım. Bana yüz metre uzakta hayatını geçirmiş, tanımadığım biri. Hoşgeldin dedim. Elimde yeni aldığım dermo kozmetik ürünlerle dolu poşet, diğer elinde zevkle yediğim bardak mısır, yeni aldığım gereksiz büyük telefon. Onun elinde ufalanmış kelimeler vardı, fısıltılar. Az sonra ağlayacağım inceliğinde, süzülerek düşmeye hazır harfler, yasaklar, dayatmalar. Yüzünde bütün kısıtlamaları gördüm, sırf onun annesi farklı, benim ki farklı diye farklı gelişen hayatlarımızı. Üstünü örtüp kapatmıştı ama kapıdan girdiğindeki hıçkırığını duydum. Şaşırdım önce. Bunlar benden habersiz, 100 metre uzağımda nasıl gelişti onu merak ettim. Hayatta ne çok şey kaçırdığım yüzüme çarptı. Bir de ne kadar memnuniyetsiz ve şımarık oluşum. Böylesine insanların hayatına sadece sinir bozuculuk kattığım bir günden sonra, yüzüme çapran bu gerçekler beni sarstı. Hayır bu birazdan gidip telefonumda her şeyi unutup zaman harcamayacağım anlamına gelmiyor ama bir daha bugünün yaşanmayacağı anlamına geliyor. Hala davranışlarımı oturtabilmiş olduğumu düşünmüyorum ama oturtmaya çalışıyorum. Neyi neden yaptığımızı bilmeden yapmaya bu denli alışmış olmamız çok acı. Ama yine de ben bugün yeni şeyler gördüm. Biraz daha değiştim. Bakış açım biraz daha net. Zamanım hep biraz daha az. O yüzden bu yazı yıllar sonra geliyor, zamanım hep az. Zamanım hep boşa harcanmış..