7 Temmuz 2014 Pazartesi

The Doctor is Dying




Bana doğru yavaşça bir kaç adım atıyor. Sonra da hepsini bir anda. Benim hayatım yansımalardan oluşuyor. Kurduğum cümleler de, nefret ettiğim kitaplardan. 
Usulca yanıma oturup, beni bir kez daha öldürüyor. Yapmak zorunda olduklarımın gerçekliğine gözlerimi kapatıyorum.Benimle böyle oyun oynamasından nefret ettiğimi düşünüyorum. Sonra da kulağıma beni özlediğini fısıldıyor.Evet diyorum, ben de özlüyorum onu.
Çocukken benimle olan, bana hep yol göstermiş olanı. 

"İnsanlar değişir. İnsanlar hep gider." diyorum usulca ona. Kendime de defalarca söylediğim gibi. Honey'in ısrarla öğretmeye çalıştığı gibi. Bir an sonra asla bu farkındalığa erişemeyeceğimi düşünüyorum. Bulup bulup kaybetmenin kaderimde olduğunu kabullenişim üzerinden çok geçmedi. Her farkettiğimde peşime düşerlerdi. Önde Bencillik koşardı, genelde yakalayan da o olurdu. Eğer ufacık bir direnç göstermeye karar verdiğim günlerden birindeysek de peşi sıra Hırs gelir, ufacık öpücükler kondururdu dudaklarıma. Bir saniye dokunur kaçardı dudakları dudaklarımdan ama River'ın öpücüğü kadar tatlıydı öpücüğü. Tatlı ve zehirli.

"Yakında beni bulurlar" dedi; sonum geldi.
Onun peşinde koşan şeyler bambaşkaydı tabii, herkes hayatta bir şeylerden kaçardı. Çok vaktimiz yoktu, biz nerdeydik sahi?
Piramidin tepesinde, dünyanın sonunda bir yerlerde ilerlemeyen saatin tik toklarına kulağımızı vermiş oturuyorduk. Gözümün ucuyla bir bina yakalar gibi oluyorum, beni başka dünyaların prensesi yapan sahnelere sahip. Her seferinde farklı bir rüya ve gerçekliğe tutunan tırnaklarımın kırılma sesleri, tek duyduğum tik tok goes the clock.

Sonsuzluğa uçarken düşündüğüm tek şey çığlıklarla çınlayan sahne, kapanan perde değil, neden birden Etna Dağı'ndan yuvarlandığımdı. Bana onca şey vaad eden Athena da nereye gitmişti?
Tiyatromu ateşe verdim. Binayı da. Havai fişekler de kutlama içindi.
Ve arkamda bana el sallayan alevlerle vedalaştım. Artık evim yoktu, tek arkadaşım alevlerdi, alevlerin içindeydim. Run to the hills, run for your life diyen Bruce'u dinlemekle iyi etmişim değil mi? Bir kez daha kaçmaya başladım.

Ve oradan geçen iki büyük kamyon, bende çok uzaklara gitme isteği uyandırdı.
Hayatım boyunca istediğim buydu, çok uzaklara gitmek. Ama ne kadar uzağa gidersem gideyim kendimden kaçamıyordum. Neyse ki gerçeklik algımdaki cızırtı beni uzaklara götürmeye kararlıydı. "Bu sefer nereye gitmek istersin Alice, hangi delikten atlayalım?" 

Başka bir gerçeklikte kaybolmaya hazırlanırken, yanımda oturanı farkettim. Tekrar. Onunla vedalaşmam mı gerekiyordu? Onunla tanışmam mı gerekiyordu? Ters yönlerde giden iki tren gibiydik, asla doğru yerlerde karşılaşmayacak ve sonsuza kadar birbirinden uzaklaşan. Ona döndüm ve gözlerimin içine bak dedim. Belki orda beni bekleyen dünyaları görür, içimde bekleyen sonsuz insanlara bir şans verirdi. 

Ne son ne de ilk kez dudaklarımdan öptü, zaman tekrar rayına oturdu ve o öldü. 
Kaçış tekrar başladı, bu sefer nereye Alice?


Not:İzleyenler anlayacaktır, hatta baştaki resimden izlemeyenler de anlayacaktır, doctor who'nun çok etkilendiğim bir kaç bölümünden esinlenmelerle dolu bir yazı oldu. :)

Hiç yorum yok: