9 Aralık 2019 Pazartesi

face the truth

https://www.youtube.com/watch?v=QXnTuUDCIJo
I don't put a smile upon your face no more
I can't make your heart shine like it did before
You don't listen to my stories anymore
You can't comfort me the way you did before
Was I too loud, was I too bad
Was I too open
Was I too high, was I too fast
Was I too close
I don't feel your lips like the first kiss
I'd rather run away than sit to face the truth
Was I too proud, was I too hopeful
Was I too needing
Was I too crazy, was I too long
Was I too giving
No matter how far, no matter how long
I will be there

6 Aralık 2019 Cuma

closer

Bu hissi biliyorum. Birine baktığında ve baktığın kişinin artık orda olmamasına. Çok gururlu olmaya, çok umutlu olmaya. Ya da baktığın her seferde o kişinin hiç değişmeden orda olmasına. Bazen benim aynı olmama, onun değişmesine. Artık eskisi gibi hissetmiyorum ve bu bazen acıtacak bir şey oluyor. Bazen de o kadar gururlu ve umutlu. Her şey değişebilir. Mesele de bu. Her şey değişebilir.
Aynı cümle nasıl da farklı manalara geliyor.

Was I too high, too hopeful?
Was I too distant, too lonely?
Am I fucking lonely? Well I said I was in the therapy.
Too bad I have such hard time facing it.


5 Aralık 2019 Perşembe

You need a sinner I will

Onu yeni yeni tanıyorum daha, 
yüzümü dönmüşüm ona, başkalarının beğenip beğenmemesini dikkate alarak.
Aslında seviyorum kendimi ve bedenimi. Bütün bu toplumsal yargılar olmasa üstünde.
Artık ailemin laflarının benim doğrularım olmasına izin veremem, şevkimi kırmalarına.
Annem gene bu hafta terapi seni hiç değiştirmedi, hiçbir gelişme görmüyorum dedi.
Bu yüzden terapiye başlarken onlara söylemek istemedim.
Beklentileri olsun istemedim ama finansal olarak desteklerine ihtiyacım olduğu icin söylemek zorunda kaldım. 
Terapim hakkında onlara hiçbir açıklamada bulunmak istemiyorum ama defalarca bulundum.
Benden HALA degişmemi bekliyorlar.
Daha biraz once yeğenim icin anne babası ona “seni ödevini yapsan da yapmasan da koşulsuz seviyoruz” demeli diye konuşmuşken bir sonraki anda beni sevmek için koşul talep etti. Değişmem. Terapinin işe yaraması ve onun hep olmamı istediği ama hiç olamadığım kızı olmamdı bu talep elbet.
Ee ben de isterdim o kız tabi. Ama ben benim ve sevilmeyi hakediyorum.
Ben benim ve bedenimi sevmeyi de hakediyorum. 

Yıllarca, dile kolay 18 yıldır bu bedenden nefret ediyorum. Bazen aynada kendimi, bedenimi severken yakalayınca yanlış bir şey yapıyormuş gibi hissediyorum. Gözlerimin içine bakarak “değiş” diyorum.
Çünkü ben Vefa’ları dinledim, bedenimi sevmeyi seçtim ve şimdi Burcu’nun kuzeni gibi incecik bir kız değilim.
Ne büyük günah, ne büyük ayıp! Annecim, ben hep bir günahkardım. Sen bir günahkar yetiştirdin.
Dahası, bu günahkar günahlarıyla gurur duyuyor. Günahlarım beni ayakta tuttu bugüne kadar.
Bitmeyen eleştirileriniz, koşullu sevgi tekliflerinizde baş etmemi sağladı günahlarım.
Teşekkürler günahlarım, sizlerle ayakta kaldım ben. Varoluşumu siz başlattınız zaten.
Ah Tanrım, eğer varlığına inandığımı varsayarsak, nerden çıkardın karşıma bunca günahı.
Tanıştığıma pek memnun oldum. 




25 Haziran 2019 Salı

blood money

Bleeding Mental Health GIF by Rebecca Hendin

Havaalanında çıktı ve yüzünü göğe kaldırdı. Her şey tamamdı artık, şimdi mutlu olabilir miydi? Huzurlu olabilir miydi kalan ömründe? Sırtında taşıdığı kanlar akan çantasıyla huzurunu satın almıştı.   "Kan parası bu, istiyor musun?" diye haykırmıştı ortağı yüzüne. Özgürlük ve kan parası. İstiyordu evet, aldığı canlar pahasına istemişti onu.
Şaşırmasına şaşıracaktı ama,  ne yaparsa yapsın artık geri dönmeyecekti. İşin başından beri kendi kendine söylediği şey buydu, geri dönmek yok. Geri dönmek istese de olmayacaktı zaten, bunu göze alarak girmişti bu işe.
Onu uzaktan izleyen 5 arabanın farkında değildi. En arkadaki arabada olan dostundansa hiç haberi yoktu. Onun bu operasyonda önde olacak ne tecrübesi ne de gücü vardı. O vazgeçmiş biriydi. Yarı yolda kalmış ve bırakmış. Kendisi de zaman zaman böyle hissediyordu. Yıldızlı bir gecede içini açmıştı ona, kimseye açmaya cesaret edemediklerini. Can yoldaşlarını arıyordu bir zamandır, yaratıcı kişi ve kendini umudunun çocuklarını: gel gör ki, onları bulamayacağı ortaya çıktı, onları önce kendi yaratmadığı sürece. Peki ya yaratma gücü nerden gelirdi? Elbette ki yok etme gücüyle var olur demişti ona o gece. Ölmek gerekirdi, her yeni doğuşun başlangıcında.
Düşünceleri içinde kaybolmuş, camdan dışarı görmeyen gözlerle bakarken, olduğu yerde sarsıldı dostu. Önce cama vuran bir el gördü, tık tık, sonra gözlerini temkinle yukarı kaldırdı. İşte burda dedi içinden, her zaman benden bir adım önde. Bu arada, yüzü vazodan koparıp altın, platin, pırlanta müvevherlerle dolu çantaya koyduğu gülün rengini almıştı.
Sessizce camı açtı ve derin bir nefes aldı. Gözlerinin içine baktı dostunun genç adam, sonra tek bir kelime ağzından dökülüverdi: "Gel".
Devamında tekrar sessizliğe gömüldü ve arabaya bindi dostu. Yapamamıştı, gitmesine izin vereceği halde gelip teslim olmuştu. Bütün arabalar harekete geçti ve emniyete doğru yol aldılar. Hareket edişleri ve varış arasından geçen zaman anıları arasında yoktu. Komiser dostu öylesine rahatlamıştı ki olan biteni takip etmeye tenezzül bile etmemişti. Ancak onun görevlilere dönüp sarf ettiği cümlelerden bir tanesini duyduğunu hatırlıyordu. Şöyle diyordu: "Anlaşılmak, çalıştığım basit, çok basit sistemi size gösterebilmek için Bay Komiser; önce benzinci sahnesini anlatmak istiyorum."

*Koyu renkli cümleler alıntıdır.




14 Haziran 2019 Cuma

Dust in the wind



Aslında tarif edilmesi imkansız olan bu durum dört ay sürdü. Dört ay, 120 gün, her gece, her sabah. Ve dahası. Gözlerimi açar tavana bakardım, elimde tek bir şey. Kendi var ettiğim silahım.  Siz de tavana bakar mısınız? Hiç tavana bakacak boş zamanınız oldu mu? Yoksa yataktan fırlayıp "yap, yap, yap" komutuyla güne başlayanlardan mısınız? 

Tik tak. Tik tok. Tik tak. Tik tok.
Zaman azalıyordu, başucumda hazır duran sigarayı yaktım. Her şeyin elimden tek tek kayıp gideceğini hissedebiliyordum. Vakit geldi mi? diye usulca fısıldadım. Gelmiş gibi görünüyordu. Tavana bakalım.

Ah, sonunda burdalardı. 
"Sizi bekliyordum ben de." dedim tavana bakarken ve usulca bir nefes daha aldım sigaramdan. Kapının ardından usul usul sesleri artık inkar edemezdim. Ne zamandır bu inkarın içinde yaşıyordum zaten. İçeri gireceklerdi, sınırlar kalmamıştı. 
Odada beni gizli tutan 21 makine vııın vııın sesleriyle çalışma devam etti, ben de tavana bakmaya.
Tek bir kıvılcıma ihtiyacı vardı yok olmamın başlangıcının. O kıvılcım bundan dört ay önce yanmıştı Ha ben mi? Ben yaklaşık iki senedir yanıyordum.
Kendi kendime söylenmeye başladım "Aklına gelmeyen tek şey vazgeçmekti. " 
"Ondan vazgeçmek yerine varlığın içinde yok olmaya razısın. " dedi içimdeki gaddar anne.
Bugün pek konuşkandı, ancak susma sırası ondaydı artık. "Kendini var ettiğin kıvılcıma şimdi kaybetme korkusuyla hissettiğin öfke yerli mi? Bir şeyi ne zaman hak görürsün kendinde, seni yakıp kavuracağını bildiğin zaman mı? Eğer böyle ise, seni hangi sebebe binaen beğenmem gerektiğini açıklayabilir misin? Seni böyle kabul edebilmem için bana tek bir sebep söylebilir misin? İçimdeki sen, varlığım ve yokluğun. Biri varken, öbürü de var olabilir mi? "
Bu sefer kapının ardından biri seslenmeye başladı bana. Yoksa içimden mi geliyordu bu gaipten sesler? Önce duyamadım onu. Vın vın vın vın.
Vın vın vın vın vın. 
Sonra perdenin ardından boğuk bir ses yükseldi. Olduğum yere iyice çakıldım. Seslerini duyabiliyor, dahası bir kaç kelime de anlayabiliyordum. Makinelerden üçünün sesi birden kesildi. Vıııııııııııın.
Sesler artık kaçabildiğin şeyler değildi. Üç makine daha. Vıııııııııııııııııııın. 
Ve sonunda kapıya tek bir gür sesin yankısı çarptı: "İnsan, ayrılmışlığın, güçsüzlüğün ve yitikliğin dehsetini alt etmeye, onu dünyaya bağlayacak ve kendini yuvasında hissetmesini sağlayacak yeni biçimler bulmaya zorlanır. "
Peki zorlanmak mıdır burda bana çarpan şey, yoksa bulduğum bağın beni yok etme çabası mı?
"Ben bu çabadan nasıl nefret edebilirim, anlatsana bana! En ufak bir çaba, en ufak bir belirtide nasıl koşmam kollarına?" diye bağırdım kapının ardındaki sese. Bir kaç metre yakın, kilometrelerce uzak. 
Nasıl bırakabilirim dünyaya kurduğum incecik ipten bana uzanan dinginliği ve aitlik hissini? Söylesene bana sen bıraktın mı hiç böyle bir şeyi geride? Devam eden sen, kaçta kaçındı? Peki ya yanıp giden yanın? Sönüp giden parçan ne oldu? Gömdün mü onu ellerinde, ağıtlar yakıp? Yoksa ondan uzağa var gücünle mi koştun, bir amok koşucusu gibi? Amok koşucusunu bana okuduğun günü hatırlıyor musun, kelimesi kelimesi? Hissi hissine. Dizlerine uzanmak istemiştim, sen saçlarımla oynarken sadece var olmak. Şimdi bu bağı koparmayı nasıl cüret edersin?  Bütün bunlar geçerken aklımdan dört nala, derin bir nefes aldım. Yataktan fırlayıp deliler gibi etrafıma bakınmaya başladım. Ayna! Yok yok, değildi ihtiyacım olan ayna. Başımı çevirdim ondan ve kapının kenarına kadar gittim, iyice yaklaştım onlara. Sonra yere çöktüm. Kafamı göğe kaldırdım. Utanarak ya da sıkılarak yanmayacaktım bu ateşte. Sonra bir kaç makine daha durdu. Vııııııııııın. Tek tek bütün makinelerin sesleri kesilmeye başladı. VIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIN.
Gözlerimi yakan bir ışıltı ve dışardan gelmeye devam eden konuşma sesleri.
Şöyle diyorlardı: "Fırlayıp kalktı yataktan; bu kez aynaya yönelmedi, oysa en sevdiği işlerden biriydi aynada yüzüne bakmak; en çekici bulduğu yeri de çenesiydi, çünkü dostlarına hep çenesiyle övünürdü, özellikle de o anda tıraş oluyorsa. "
Lanet olsun size ve kalıplarınıza! Lanet olsun başım dik ve gururla taşıdığım yanıklarıma olan saygısızlığınıza. Çenem değildi sevdiğim, övündüğüm o değildi asla. Dik tutardı çenem beni, ayakta. Onu överdim ben, dik durabildiğim nadir zamanlarda. 
 "Geliyorlar!" diye çığlık çığlığa bağırıyordu benliğim, bense usulca aynaya yanaştım bu sefer. Aynadan yansıyana bakıyordum soğukça.
"Kimsin sen?" Çat. Ayna tuzla buz oldu. 
"Kimsin sen?" Çat. Vazolar yerde.
"Kimsin sen?" Çat. Kapı açıldı.
"KİMSİN SEN?" 
-Hiç kimse.

İşte böyleydi hastaneye yatırılma hikayem. Konuğum karşımda sırtını dikleştirdi ve söze girdi. Ben de ordaydım diyordu, kapının arkasında. İnanamıyordum bu tesadüfe.
Konuğumun bu başlangıcı benden öyle bir heyecan uyandırdı ki, yararlıklarımı ve suçsuz olduğumu bildiğimden, hemen sözünü kesecektim, ama konuğum bir şey söylemememi rica etti ve şöyle devame etti. 
"Biliyorum yaşananları, seni suçlamıyorum. Hayat dalga dalga gider gibi gelir bana hep, bu bir inişti. Belki bir dalganın kayaya vuruşu. Çıkışı olduğunu da biliyorum, olabildiğinde yükseklere çıkan hırçın dalgaları. Dalgalanmaya devam et."
Tamam dedim, tamam. Dalgalanmaya ve her çarptığımda yeniden sulara çekilmeye devam.

*Koyu renkli cümleler alıntıdır.

4 Haziran 2019 Salı

over love, over fear

Sorumluluklarımın bir anda toz bulut olmasıyla içimdeki boşluk kendini gösterdi.
Sahneye adım attı ve dedi ki
"İşte burdayım, benimle ne yapacaksın?
Nasıl dolduracaksın beni? Gerginsin, ellerin sürekli bir arayışta. Doldurman gerek boşluklar var parmaklarının arasında. Bilginin ışığı gözlerini kamaştırıyor, bu karanlıktan çıkmak dünyanın en korkunç şeyi, değil mi? Ya da öyle hissettiriyor. "
Üstümdeki bulutlar kalktıkça güneşin altında kavrulan bir beden. Bir ruh.
Gökyüzü orda, dokun. Hisset. Aidiyet. Varoluş. Yok oluş.
Hepsi birlikte, sende, bilincinde.
Sen bir bilinçsin.
Uyuşmuş bir bilinç. Eve gelip uyuşturmak için onu aklını kaybediyorsun.
Ama bu ev eski ev değil.
Yaptığın şeyler artık sen değil. Sen onlar değilsin.

Son günlerde bu sözleri aklımdan çıkarmakta zorlanıyorum. Çıkarmak istediğim de değil.


"Beni duyabilenlere söyleyeceğim: "umutsuzluğa kapılmayın." 
Şu an üzerimizde dolaşan acılar, aslında açgözlülüğün kayboluşundan başka bir şey değildir.
İnsanlığın gelişmesinden korkan adamların öfkesidir. 
Bu adamların öfkesi geçecek, diktatörler ölecek, 
İnsanlardan aldıkları güç yeniden insanlara dönecek ve bu insanlar öldükçe, özgürlük hiç kaybolmayacak. Kendinizi bu anormal adamlara
Makine kalpli, makine düşünceli, makine adamlara teslim etmeyin!
Sizler makine değilsiniz! Sizler sığır değilsiniz! İnsansınız!... 
Siz, insanlar, bu hayatı özgür ve güzel yapabilecek, hayatı harika bir maceraya dönüştürecek güce sahipsiniz.
Gelin bu gücü kullanalım
Gelin birleşelim."

tutunuşlar ve kayışlar

(To those who can hear me, I say, do not despair
The misery that is now upon us is but the passing of greed
The bitterness of men who fear the way of human progress
The hate of men will pass, and dictators die
And the power they took from the people will return to the people
And so long as men die, liberty will never perish
Don't give yourselves to these unnatural men
Machine men with machine minds and machine hearts!
You are not machines, you are not cattle, you are men!
You, the people, have the power to make this life free and beautiful
To make this life a wonderful adventure
Let us use that power!
Let us all unite!)

1 Haziran 2019 Cumartesi

Follow the rabbit

Yarın bir hafta olacak gerçekle sarsıldığım günden beri. 26 Mayıs 2019.
Doğum günüm de 16 Mart 2019.
Bu tarihleri yazıyorum ki unutmayayım. Yaşadıklarımın bana açtığı yeşil yollardan yürümeye devam edeyim. Eğer hiç yürüdüysem o yollarda, bilmeliyim değerini yaşamanın.
Doğmanın ve ölmenin.
Geçen hafta kendimi nasıl da öldüremediğimi gördüm, yataktan yuvarlanarak kaçmaya çalışırken.
Gerçek öylesine sarsıtıcıydı ki, kendimi fırlatmam gerekiyordu bu durumdan. Sözlerle yapmacaktım, biliyordu aklım ve kalbim. Ancak vücudum dinlemiyordu, yöneten id dinlemiyordu. Böylece yerde yuvarlanmaya başladım. Bir yandan da histerik kahkahalar atmaya.
Sonra geri çıktım yatağa. Kafamın içinde bir uğultu. Çarpma seninin kulaklarımla çınlaması.
Orda değildim, bedenim, zihnim, kalbim ve her hücrem orda olmamak için can atıyordu.
Her yanım titremeye başladı, bedenim kendini sarsarak beni bir rüyadan mı uyandırmaya çalışıyordu yoksa ninnilerle uyuşturup gözlerime öpücükler konudurup uykuya göndermeye mi bilmiyorum. Tartışmaya açık bir konu diyebiliriz. Ama bildiğim bir şey vardı ki, dönüş noktasını geçmiştik.
Önce büyük bir korku hissettim. Kara bir bulut beni yutmak isterceğine üzerine iniyordu. Nefes alamıyordum. Bir hafta öncesinde de boğuyordu beni rüyalarımda annem.
Gene boğuyordu beni ama sadece nefes almam için olduğunu göstermek istercesine.
Ben gözlerim açıp kaçmak isterken kara gözleri bana bakıyordu, içime.
Sahi her şeyi yanlış duymuş olabilir miyim? Her şeyi başka bir dile çevirip kendi yalanıma uydurmuş? İçimden akan giden bu kelimeleri artık tutmama kararı alıyorum, bilinçsiz bir karar. Belli ki tutamıyorum. Ya boyalarla akacak, ya harflerle, belki başka şeyler. Ama son günlerde ellerim kendine bir iş istiyor. Yaratmak istiyor. Denemek, sonra onu yırtıp başka birini denemek.
Bir kere görüleni görülmez kılmaz mümkün olur mu? Bu huzurlu yalanı yaşamak ne kadar mümkün? Çünkü bilirsiniz, en iyisi benim olmalıdır. İnsanları dinlerken bazen arkada bu cümleyi duyuyorum. Ya da "En iyisi benim" diyorlar. Eskiden dinlemediğimi, duymaya başlayınca anlıyorum. Sevgili annemin sözleriyle.
Bu yolda beraber olduğumuzu biliyorum. Farklı yollarda ama beraber.
Ona çok uzun süre güvenemedim. Yıllarca. Birinin yanında böylesine bir güvensizlikle durmak, bir yandan da her geçen dakika güvenmeyi dilemek korkunç bir şey. Kendini bırakmak için çeşitli yollara başvurup o yolların bağımlısı olmak da. Bağımlı olmak  korkunç bir şey. Belki korkunçluğundan daha fazla da kaçınılmaz. İnsan olmak kaçınılmaz bir şey.
Kaçamadım.
Kaçmıyorum.

All That GIF

23 Mayıs 2019 Perşembe

bu bir duvar


Bu bir rüya.
Bu bir dua.

Rüzgara uçmaya çalıştım, gözlerim kapalı, seni aradım. seni aradım.

Ve bu bir duvar. Etrafımda ördüğüm, tellerle çevrelediğim. Son günlerde duvarlarımı yıkmaya çalışırken tenime batan tellerin örgüsü. Boğazımın etrafında, kolllarım, bacaklarım. Her yanım.
Ama ben ne bilirim acıya dair sahi? Acıdan kaçmak için örmedik mi bu duvarları, bana karşı mı geliyorsunuz sevgili duvarlar? Üstüme yığılan siz misiniz, acılar mı?

Çocukken sahip olduğum kırmızı rugan ayakkabılar, onlar da senin gibi çok tatlıydılar ama.
Canımı yakardılar, acıtırdılar.

Hadi gidelim buralardan Kiki, annem olup beni koruyamaz mısın?
Seni de acıtıyorum değil mi?
Bu bir duvar.


19 Mayıs 2019 Pazar

Holy Molly



Hayat çok garip. Kendimi hayata yeni başlamış bir bebek gibi hissediyorum şu aralar. Yaşamayı yeni öğrenmiş, varolmanın keşfine çıkmış bir çocuk sonrasında. İçimdeki yaralı çocuğu, bazen üzgün, bazen kızgın, bazen de kırgın çocuğu büyütmeye başladım.
O çocuğun kendine bir anne bulduğunu farketmekle başladı her şey. Annemin yerine koyup beni sarıp sarmalamasını istediğim insan. Ah o insan. İnsanlığın özünü gözlerinin ışıltısından öğrendiğim o insan. Beni terkedecek olan insan. İkimiz de annemizden gitmeye çalışıyoruz. Ben çığlıklarla, o acı bir gülümseme ile. Varoluşun keşfine çıkıyoruz beraber. Sadece var olmak ve bunun için savaşmak. Yaratma gücünü arıyoruz dere tepe, çimlerde koşturan tavşan ve minik yavrusu kedi. 
Başlarda çok yıktı beni terkedilecek olmak. Buna dair çeşitli baş etme yolları aradım kendime. (Sanki bu bana yapılan bir saldırı gibi baksana, "terkedilecek olmak" dökülüyor dudaklarımdan. Her şey benimle mi alakalı sahi, benle mi başladı? Ama dur bakalım, girme araya. Karşıma alıp, bütün ben-merkezliğimle neler demişim bakalım. ) Bazen aldım karşıma dedim ki: ölmeyeceksin sonunda. Ölmek de ne kadar fazla zikrettiğim bir kelime bu günlükte, dikkatimi çekiyor. Öldürdü beni annem. Gömdü önce, sarıp sarmaladı soğuktan korumak için. Sonra da yeniden doğurttu ve hayata gözlerimi ilk defa açtım. Doğumumu kutladığımız cennet bahçesi, o ve müziğimiz. Ölmek gerekiyor her defasında, yeni bir hayata başlamak için. Her şeyi olduğu gibi de alamayız artık, bunu öğreniyorum. Ölmek dediğin buz gibi bedeninin doğayla bütünleşmesi midir sadece? Ya benim yeniden doğmak için kendimi tekrar tekrar öldürmem? Soğuk gerçekle kendimi kırbaçlamasını yalvardığım insanlardan tekrar tekrar duymam ki: sen kendini sınamalısın. Öldür beni, bir kez daha demem anneme ve beni kimsenin benim için öldürememesi? Yüzleşmeler. Çarpışma Partisi. Kırıltılar. Yakıntılar. Ağıtlar. Acılar. Yıldızlar. Yeşil. Işıltı.
Diliyorum ki bir an sonrasındaki kendim için, çünkü bu an ve bir sonrasında yaşadığımız şey gibi hayat bazen, diliyorum ki unutmasın yüzüne vurulan öğretileri. Annesi büyüttü onu, açtı gözlerini. Kim ne kadar açabilirse şu lanet gözlerini, o kadar araladı gözlerimi ve yıldızlar doluştu gözlerime. Halen bir çocuğum, güneş gözlerimi kamaştırır, kör eder. Ben o güneşe bakmak için razıyım körlüğe, sahi körlük ne, görmek ne? Ne görüyorum aynaya baktığımda bu günlerde? Aynaya bakıyor muyum bu günlerde? Peki ya gökler, mavi semalar? Onları yeteri kadar gördüğümü nasıl iddia edebilirim ki.. 
Hiç hissetmediğim kadar göklere bağlı hissediyorum kendimi. Sonsuz semalar ve bu sonlu insanlık. 
Hadi hepimiz üstümüzden söküp atalım da insan diye girdiğimiz garip formu, çırılçıplak kalsın özdeki insanlık. Gözlerimizin içine bakalım, sadece gözler.