11 Ağustos 2016 Perşembe

Listen, don't crumble away.



Aslında bu yazıyı bir önceki yazımla beraber yazıp yayınlamıştım ancak teknik ve geri alınamayan sorunlar sebebiyle yazının yarısı silindi. O kadar üzüldüm ve sinirlendim ki, kaldırdım yazıyı daha da üstünde uğraşmamak üzere.

 O yazıda merak etmiştim insanlara karşı çok yoğun sevgi hissettiğim zamanlarda neden sarılarak göstermeye çalıştığımı, hatta her ölçüdeki sevgiyi ufak dokunuşlarla verdiğimi. Evet ben sarılmayı, dokunmayı, karşımdaki insanın sıcaklığını hissetmek isteyen biriyim. Sımsıkı sarılmak istiyorum, içime sokarcasına yakınıma almak ve gözlerimi kapatıp hissetmek. Ancak genelleyecek olursak, bu insanların günlük hayatlarında neredeyse "asla" yapmadıkları bir şey. Hal böyle olunca ben de istediğim gibi sarılamıyorum kimseye, hissedemiyorum hissetmek istediklerimi.
Neden bizim için tenlerimizle hissetmek bu kadar uzak?
Her neyse, başka konuya atlayalım.

Çok uzun zamandır psikiyatriste gitmek istiyordum. Kime gideceğimi, adresini dahi bulmuştum bir arkadaşımın önerisiyle ve çok ısınmıştım o kadına gitme düşüncesine. Kafamda onun bulduğum fotoğraflarındaki halini karşıma oturtup anlatıyor, söyleyeceklerimi derlediğim konuşmalar yapıyordum. Zaman geçtikçe fikrim oldukça değişti ve genel olarak ilaç kullanımına karşı olan bir birey haline geldim. Ne olduğunu bilmediğim ve hazırlayanlara asla güvenmediğim ufak hapları, beynime gelecek en ufak zararın ihtimalini düşünmek beni dehşete düşürüyor.  Ah, aklıma gelen kişi kim ola ki bu sözlerin üstüne.. Güzel surat ve boş bakışlar. Guguk kuşu.

Böylelikle kronik migren tanısıyla doktorun verdiği antidepresanı kullanmıyorum, kullanamıyorum. Sanırım elimde olan tek şey beynim, zekam ve ondan bir parça eksiltme düşüncesi beni delirtiyor. Ağrılarım da beni delirtiyor. Bu kadar değer verip korumaya çalıştığım şey çatlarcasına ağrırken kalbim kırılıyor. Beni uzun süredir üzmedi migrenim, şükür ki ilaç kullanmama kararımdan beri beni mecbur bırakmadı ne olduğu belirsiz haplara. Ya da diyorum ben mi alıştım kafamdaki sürekli ağrıya. İnsan ağrıya da alışır mı acaba? Beni bu düşünceye iten şey de kendimi sık sık dişlerimi sıkarken bulmam oldu. Günün sıradan bir anında farkediyorum dişlerimi sıktığımı, acı içinde olduğumu düşünmediğim bir anda. Eskiden böyle bir şeyin farkında değildim, belki eskiden de vardı. Farketmez miydim olsa demiyorum çünkü bu o kadar mümkün ki, sinirlerimi bozuyor. Her gün eskiden ne kadar dikkatsiz olduğumu farkedip, fiziksel olarak kendim hakkında bir şeyler farkediyorum. Dikkat et demeliyim kendime, odaklan, dikkatini ver, dağılma, odaklan.

Karmakarışık, günlük edasında yazılar giriyorum buraya ve yazdığıma mutluyum aslında. Sadece benim dışımdaki insanlara bir şey ifade eden yazılar yazmıyorum, burası baştan beri planladığım gibi bir günlük şeklinde gidiyor.
Zayıf hafızamla, bir kaç yıla benim de anlamakta zorlandığım bir günlük.
Yorum almamak bir burukluk da yaratıyor, sanki yorum alınca en uzak köşeye kaçmıyormuşum gibi.
Geldiğinde kaçtığım şeylerin gelmesini istemem, beklemem ne kadar da anlamsız.

Bu unutkanlığım hakkında da düşündüm biraz. O kadar engelleyecek şey yapmama rağmen beynim napıyor ediyor düşünüyor bir köşelerde. Teşekkür ederim beynim. O kadar engelleyecek şey yapıyorum demem bu şeyleri gönüllü yaptığım anlamına gelmiyor çünkü. Belli bir gönüllük var işin içinde ama asıl olan şey kaçmak. Arkama baka baka kaçmak. Ama haftalar sonra bu yazıya baktığımda, beynimin erişebilir köşelerinde bulamıyorum unutkanlığım hakkında ne düşündüğümü, ne farkettiğimi. Yatağıma uzanıp düşüneyim bunun hakkında, bugün de kitap okumayacağım nasıl olsa.

Bu da haftalar önce bu yazının şarkısıydı, gene olsun.
Ve en büyük antidepresanın, uyuşturucunun müzik olduğunu kimseye söylemeyelim olur mu?
Öyle bir yere koymuşum ki onu, konduramıyorum gerçek yüzünü.