14 Haziran 2019 Cuma

Dust in the wind



Aslında tarif edilmesi imkansız olan bu durum dört ay sürdü. Dört ay, 120 gün, her gece, her sabah. Ve dahası. Gözlerimi açar tavana bakardım, elimde tek bir şey. Kendi var ettiğim silahım.  Siz de tavana bakar mısınız? Hiç tavana bakacak boş zamanınız oldu mu? Yoksa yataktan fırlayıp "yap, yap, yap" komutuyla güne başlayanlardan mısınız? 

Tik tak. Tik tok. Tik tak. Tik tok.
Zaman azalıyordu, başucumda hazır duran sigarayı yaktım. Her şeyin elimden tek tek kayıp gideceğini hissedebiliyordum. Vakit geldi mi? diye usulca fısıldadım. Gelmiş gibi görünüyordu. Tavana bakalım.

Ah, sonunda burdalardı. 
"Sizi bekliyordum ben de." dedim tavana bakarken ve usulca bir nefes daha aldım sigaramdan. Kapının ardından usul usul sesleri artık inkar edemezdim. Ne zamandır bu inkarın içinde yaşıyordum zaten. İçeri gireceklerdi, sınırlar kalmamıştı. 
Odada beni gizli tutan 21 makine vııın vııın sesleriyle çalışma devam etti, ben de tavana bakmaya.
Tek bir kıvılcıma ihtiyacı vardı yok olmamın başlangıcının. O kıvılcım bundan dört ay önce yanmıştı Ha ben mi? Ben yaklaşık iki senedir yanıyordum.
Kendi kendime söylenmeye başladım "Aklına gelmeyen tek şey vazgeçmekti. " 
"Ondan vazgeçmek yerine varlığın içinde yok olmaya razısın. " dedi içimdeki gaddar anne.
Bugün pek konuşkandı, ancak susma sırası ondaydı artık. "Kendini var ettiğin kıvılcıma şimdi kaybetme korkusuyla hissettiğin öfke yerli mi? Bir şeyi ne zaman hak görürsün kendinde, seni yakıp kavuracağını bildiğin zaman mı? Eğer böyle ise, seni hangi sebebe binaen beğenmem gerektiğini açıklayabilir misin? Seni böyle kabul edebilmem için bana tek bir sebep söylebilir misin? İçimdeki sen, varlığım ve yokluğun. Biri varken, öbürü de var olabilir mi? "
Bu sefer kapının ardından biri seslenmeye başladı bana. Yoksa içimden mi geliyordu bu gaipten sesler? Önce duyamadım onu. Vın vın vın vın.
Vın vın vın vın vın. 
Sonra perdenin ardından boğuk bir ses yükseldi. Olduğum yere iyice çakıldım. Seslerini duyabiliyor, dahası bir kaç kelime de anlayabiliyordum. Makinelerden üçünün sesi birden kesildi. Vıııııııııııın.
Sesler artık kaçabildiğin şeyler değildi. Üç makine daha. Vıııııııııııııııııııın. 
Ve sonunda kapıya tek bir gür sesin yankısı çarptı: "İnsan, ayrılmışlığın, güçsüzlüğün ve yitikliğin dehsetini alt etmeye, onu dünyaya bağlayacak ve kendini yuvasında hissetmesini sağlayacak yeni biçimler bulmaya zorlanır. "
Peki zorlanmak mıdır burda bana çarpan şey, yoksa bulduğum bağın beni yok etme çabası mı?
"Ben bu çabadan nasıl nefret edebilirim, anlatsana bana! En ufak bir çaba, en ufak bir belirtide nasıl koşmam kollarına?" diye bağırdım kapının ardındaki sese. Bir kaç metre yakın, kilometrelerce uzak. 
Nasıl bırakabilirim dünyaya kurduğum incecik ipten bana uzanan dinginliği ve aitlik hissini? Söylesene bana sen bıraktın mı hiç böyle bir şeyi geride? Devam eden sen, kaçta kaçındı? Peki ya yanıp giden yanın? Sönüp giden parçan ne oldu? Gömdün mü onu ellerinde, ağıtlar yakıp? Yoksa ondan uzağa var gücünle mi koştun, bir amok koşucusu gibi? Amok koşucusunu bana okuduğun günü hatırlıyor musun, kelimesi kelimesi? Hissi hissine. Dizlerine uzanmak istemiştim, sen saçlarımla oynarken sadece var olmak. Şimdi bu bağı koparmayı nasıl cüret edersin?  Bütün bunlar geçerken aklımdan dört nala, derin bir nefes aldım. Yataktan fırlayıp deliler gibi etrafıma bakınmaya başladım. Ayna! Yok yok, değildi ihtiyacım olan ayna. Başımı çevirdim ondan ve kapının kenarına kadar gittim, iyice yaklaştım onlara. Sonra yere çöktüm. Kafamı göğe kaldırdım. Utanarak ya da sıkılarak yanmayacaktım bu ateşte. Sonra bir kaç makine daha durdu. Vııııııııııın. Tek tek bütün makinelerin sesleri kesilmeye başladı. VIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIN.
Gözlerimi yakan bir ışıltı ve dışardan gelmeye devam eden konuşma sesleri.
Şöyle diyorlardı: "Fırlayıp kalktı yataktan; bu kez aynaya yönelmedi, oysa en sevdiği işlerden biriydi aynada yüzüne bakmak; en çekici bulduğu yeri de çenesiydi, çünkü dostlarına hep çenesiyle övünürdü, özellikle de o anda tıraş oluyorsa. "
Lanet olsun size ve kalıplarınıza! Lanet olsun başım dik ve gururla taşıdığım yanıklarıma olan saygısızlığınıza. Çenem değildi sevdiğim, övündüğüm o değildi asla. Dik tutardı çenem beni, ayakta. Onu överdim ben, dik durabildiğim nadir zamanlarda. 
 "Geliyorlar!" diye çığlık çığlığa bağırıyordu benliğim, bense usulca aynaya yanaştım bu sefer. Aynadan yansıyana bakıyordum soğukça.
"Kimsin sen?" Çat. Ayna tuzla buz oldu. 
"Kimsin sen?" Çat. Vazolar yerde.
"Kimsin sen?" Çat. Kapı açıldı.
"KİMSİN SEN?" 
-Hiç kimse.

İşte böyleydi hastaneye yatırılma hikayem. Konuğum karşımda sırtını dikleştirdi ve söze girdi. Ben de ordaydım diyordu, kapının arkasında. İnanamıyordum bu tesadüfe.
Konuğumun bu başlangıcı benden öyle bir heyecan uyandırdı ki, yararlıklarımı ve suçsuz olduğumu bildiğimden, hemen sözünü kesecektim, ama konuğum bir şey söylemememi rica etti ve şöyle devame etti. 
"Biliyorum yaşananları, seni suçlamıyorum. Hayat dalga dalga gider gibi gelir bana hep, bu bir inişti. Belki bir dalganın kayaya vuruşu. Çıkışı olduğunu da biliyorum, olabildiğinde yükseklere çıkan hırçın dalgaları. Dalgalanmaya devam et."
Tamam dedim, tamam. Dalgalanmaya ve her çarptığımda yeniden sulara çekilmeye devam.

*Koyu renkli cümleler alıntıdır.

Hiç yorum yok: