30 Temmuz 2014 Çarşamba

We belong



Being Erica adlı diziyi izliyorum ve onca mantıksızlığının yanında, mantıklı yanları da var, çok mutlu eden mantıklı yanları. Gülümseyerek kuruyorum bu cümleleri. Kalbim hızlı atıyor. O kadar doğruydu ki 6. bölümün sonu.
Geçmişe gidip yaptığın bir şeyi değiştirmek, her zaman o olayın akışını istediğin yöne çeviremiyor, eğer olması gerekiyorsa, yine oluyor.
Ve doğru şeyi yapmak belki de sonucu değiştirmiyor ama dünyadaki her şeyi değiştiriyor.
Bu cümleyi kurarken kalbim ağrıyor, çok anlamlı ah her şeyin anlamı.
Ben böyle dizileri seviyorum, bana doğruyu gösteren dizileri. Bir gün olur da doğruyu seçerim diye.

Bu arada Being Erica izlemenin en zor olduğu dizilerden biri. Online dizi izlenen sitelerde bulunmuyor, hd kalitede zaten yok, ancak indirebildim ve altyazısı da yok. Türkçe altyazısı yok hadi tamam, ingilizce olanı da uymuyor benim indirdiğime.
Ama böylece çok hoşuma giden bir şey öğrendim. Ben altyazısız da dizi izleyebiliyormuşum! *-*
Bazen esprileri kaçırdığım oluyor tabii ama genel çerçevede bir şey kaçırmıyorum ve bu çok güçlü hissettiriyor. Altyazıya ihtiyacım yok. :)
Tabii bu sadece Being Erica ve onun seviyesindeki dizilerde geçerli. Sherlock, Doctor Who gibi dizilerde kesinlikle altyazıya ihtiyacım var. Çünkü bu dizilerde türkçesi yazılmasa kesinlikle bilemeyeceğim terimler kullanılıyor, Sherlock ingilizcesi zaten ayrı bir mevzu..
Ah bir de Hannibal dizisinin dili! Onu denedim altyazısız ama olmadı.
Bir de bu söylediğim 3 dizi benim için inanılmaz derecede önemli olduğu için kesinlikle ayrıntı kaçırmamaya çalışıyorum, daha iyi anlamak için durdurup geri sarıyorum. O yüzden altyazısız yapamıyor olabilirim. Ama altyazı çok büyük bir yük, ben izlerken bir gözüm altyazıda olduğu için doğru düzgün izleyemiyormuşum aslında dizileri. Altyazısız izleyince anladım. :)

Hiç kimse sorunsuz değildir sanırım, bilmiyorum. Önce diyecektim ki tamamen kusursuz karakterlerle kendimi bağdaştıramıyorum, o yüzden Erica'yı çok sevdim, kendime yakın buldum. Ama tamamen kusursuz kim olabilir?
Serena van der Woodsen olabilir mesela benim gözümde. Ben kıskanç bir insanım, dizide bile çekemem böyle tipleri. Gerçi Serena'yı severim ben, ilk aklıma gelen örnek o olduğu için söyledim. Kitaplığımda 10 tane civarı dedikoducu kız kitabı var, kim beni d&r'a tek başıma gönderdi?!!
Küçükken aldım tabii, şimdi okumak istemiyorum..

Biraz da dizinin mantıksız yanlarından bahsetmek istiyorum. Bir kere, Erica çok güzel bir kadın. Ne kadar nefret etsem de,kabul etmek istesem de, güzellik, sex sells! Bu kızı neden kimse istemiyor?
Çok da parlak bir öğrencilik hayatı olmuş.
Daha sonra, bu güzel kızımız kendi geçmişine gidip "hata"larını düzeltmeye çalışıyor ama sonuçları genelde değişmiyor. Yani, kelebek etkisi, hayatındaki her şeyin değişmesi gerektiği gerçeğine ne oluyor? Sanırım senaristimiz bunlara pek inanmıyor, belki başka bir şeye inanıyor, kadere?
Erica geçmişini ne kadar değiştirirse değiştirsin gelecekteki yeri ufacık değişiyor, bazen değişmiyor..
Bir de olayın paradox boyutu var.. Paradoxu kelimelerle anlatmak çok zor! Orda, ben anlıyorum, biliyorum mantıksız olduğunu ama kelimeleri dökülmüyor, döküldüğünde anlamsız oluyor.
Bir daha deneyelim..
Şimdi bir Erica var. Bir şey yapıyor. Gelecekte bu yaptığı şeyden pişman oluyor ve Dr. Tom aracılığıyla dönüp onu düzeltiyor. Böylece o şey hiç yaşanmamış oluyor. Peki Erica geçmişinde o şeyi hiç yapmadıysa ve gelecekte pişman olmayacaksa, nasıl gelip düzeltecek? Anlatamadım değil mi, yine çok anlamsız oldu. That's the thing about time traveling! Doctor Who izlerken de bu tarz mantıksızlıklarla karşılaşıyorum. Zamanda yolculukla ilgili çoğu şeyde oluyor bu, olmak zorunda zaten. :) Yukarıdaki gifi görünce aklıma geldi bu paradox olayı.

Dizinin Kanada'da geçmesi de ayrı hoşuma gidiyor. Kanada'yı seviyorum, ordan çok sevdiğim insan var. Bir insanın yetişmesi için en güzel yerlerden biri gibi geliyor bana, insanın akıl sağlığına en iyi gelen yerlerden. O yerlerin arasında kesinlikle Türkiye yok. Her gün ayrı bir dert, işkence bu ülkede. Kendi ülkemden böyle bahsediyor olmak istemezdim ama doğruları kabul etmemiz gerek.


 Hayatımda bazı şeyleri kabulleniyorum, olacak bir şeyin olmasını bekleyip endişenmek, onu yaşamaktan daha kötü sanırım. Ya da o endişeyle kendimi çok hazırladığım, telkin ettiğim için daha hafif geçiyor. Tadını çıkarıyorum. Müzik hep yardım ediyor. Aşağıya koyduğum müzik bugün çok yardım ediyor.

Bu blogu yazarken ufacık zorlanıyorum, bunun sebebi de her şeyi ingilizce düşünmem. Zihnim ingilizce düşünüyor. Kuracağım cümleler önce ingilizce oluşup sonra türkçeye dönüyor. Yazarken de içimde çok büyük bir ingilizce yazma isteği doğuyor. Çünkü çoğu zaman ingilizce kurduğum cümleyi türkçe karşılayamıyor. I fail on my own language. Mesela bunu ingilizce düşündüm ve çeviremedim. Çevirilemeyecek bir cümle değil ama türkçesini söylemek istemedim, kulağıma hoş gelmedi. Evet bu bir dil yozlaşmasıdır. Umarım sizin başınıza gelmez, anadilimi kaybediyorum lan!

We belong to us.. And I belong to you..

Biri bana çok iyi bir psikolog ve yazar olacağımı söylemişti. Her zaman bana, beni en mutlu edecek şeyleri söyler. Eğer okuyorsan bunu da, seni çok çok ÇOOOOK seviyorum! Bir de sürekli özlüyorum şapşal.

29 Temmuz 2014 Salı

18 Temmuz 2014 Cuma

Why don't you know that you are my mind?

Aslında blog yazma niyetinde değildim, sadece bu resim çok şey hissettirdi ve bir şey yapmam gerekiyordu..
Bu akşam ve sabaha kadar ki vakit çok zor geçti.
Ben istediğim her şeyin anında olmasını istemiyorum aslında. Ama o şey olmadığında, olana kadar, saatlerce, günlerce o şeyi düşünüyorum. Nasıl yaparım diye binlerce senaryo yazıyorum.
Bu yüzden insanlar benim her şeyin anında olmasını istediğimi zannediyor.
Sadece zihnimi sakinleştirmeye çalışıyorum.
İçimde bir şey var, bir ses. Bana sürekli istediklerinden bahsediyor.
O saati al bana. Sonra şu pahalı ve gerçek deriden yapılmış çantayı(gerçek deri kullanmak istemiyorum, yapamam bunu. Ama gerçek deri olmayan zevkime uygun bir çanta bulmak bu kadar zor olmamalı. Yine de yapmayacağım. Bir hayvanın derisini yüzebilecek markalara para vermeyeceğim. Verenleri de anlamayacağım. Bu o çok beğendiğim saati de almamam gerektiğini söylüyor, markası yüzünden.Zor, çok). He unutmadan, o çok pahalı konsere de 3 günlük sahne önü bilet al. Ne yap biliyor musun? Babana baş ağrıları ver.
Ona hayır diyemiyorum, içimi kemirip duran ses ne isterse o oluyor. O sesin sahibi olma ihtimaline sahip şeyler, yanlış seçimler, hayatım boyunca korktuğum şeyler.
Ses diyor ki, bunları söylemek için çok gençsin ama söyle.
Onların parasını istemediğini, kimseye mecbur olmak istemediğinden bahset.
Bunda ona katılmamakta zorlanıyorum. Seslerimizi ayırmakta da.
Geceleri uyumama izin vermiyor, saatler ona yetmiyor.
Ama asıl nefret ettiğim şeyi benden öyle ihtişamlı gizliyor ki, yazarken aklımdan uçup gitmesinden çekiniyorum.
En nefret ettiğim şey, aslında o sese mecbur olmak değil mi?
O sese teslim olmak, o sesle birleşmek beni her şeyden çok vursa da engel olamıyorum.
Güçlü olamıyorum. Herkese karşı güçlü durabilir, istediği şeyi yapmayı reddebilirim ama kendime karşı gelemiyorum.
Kendimce çok açık ama sizce kapalı olarak anlattığım sesin son ürünü ve son derdimden bahsedeyim size. Daha öncede bahsettim elbette ama bu durum oluştuğundan beri kafayı yiyorum, sürekli bunun hakkında konuşuyorum.
2 Ağustos. Kuzenimin doğum günü.
Çok sevdiğim bir kuzenim değil. Tek yakınlığımız aynı binada oturmak.
Sevmediğimden değil, sevmemem için pek bir nedenim yok, onun da annesine benzeyip bencil ve terbiyesiz olması dışında. Nasıl olsa insanların böyle olmasına alıştım.
Ama sevmek için de bir nedenim olduğunu düşünmüyorum.
Evet sanırım benim bakış açım böyle, nefret etsem de, bencil bulsam da. O insanı sevmemek için bir nedenim yoksa sevmek yerine nötr kalıyorum. Tamam da bu şimdi önemli mi?
İşte bu sevgili(!) kuzenimin düğün günüNDE, benim yıllarca aşığı olarak dolaştığım HIM grubunun konseri var.
10:30da başlıyor konser. Makul bile davranıyorum, 9:30ta düğünden çıkarım diyorum. En önde olmayı feda ediyorum. Bu verebileceğim son nokta, daha fazlasının mümkün olmadığını söylüyor ses bana.
Ama babam, dalga geçerek söylemiyorum, çok sevdiğim babam, sırf onlara ayıp olmasın diye geleceksin ve sonuna kadar kalacaksın diye tutturuyor.
Beni kırmak istemiyor, çok daraldığını biliyorum, onu mahçup edeceğimi biliyorum. Bir kaç gereksiz insan kırıntısı mutlaka benim nerede olduğumu soracak ve babam cevap veremeyip kalacak biliyorum. Bunu ona yaşatmak en son istediğim şey. Onu zor duruma sokmak.
Hele ki o benim için her şeyi, HER ŞEYİ yaparken.
Ama anlatamıyorum kendime, diyemiyorum ki başka zaman gidersin, boşver, uğraşma, babana biraz merhamet göster, üzme artık onu, seni idare etmek zorunda kalmasın her zamanki gibi diyorum. Ona bunu yapmak istemiyorum. O kadar kalbim eziliyor ki onu bunu yaptığım anı düşününce, onu mahçup edeceğim anı düşününce.
Ama sadece kabul edemiyorum, benim için müzik hayati önem taşıyor, eğer bu konsere gitmezsem canım çok acıyacak, asla unutamayacağım diyemiyorum. Çünkü daha önce yaşadım, bir daha Türkiye'ye gelmeyeceğine neredeyse emin olduğum bir grup geldi ve o gece abimin düğününe katıldım, daha önce yaşadım ve ben o gece hissettiklerimi hala çok net hatırlıyorum, ne kadar acıdığımı, herkesten nefret ettiğimi...
Artık o grubu sevmiyorum, dinlemiyorum ve şuan üzülmüyorum belki ama yine de o anki sevgim ve burukluğum solmuyor. Ve bu grubu yıllar sonra da öyle hatırlayacağıma eminim, bin kat fazla acıyarak. Bu grubun benim için önemini nasıl anlatabilirim, bende şimdiye kadar çıkardıkları bütün albümleri olduğunu,ki sadece 2 grubun albümlerine sahibim albüm alan bir insan değilim, bulabildiğim bütün dvdlerine sahip olduğumu, o dvdyi binlerce kez izledikten sonra bile ders çalışırken hep arkada açık olduğunu, o ses olmadan kendimi iyi hissetmediğim günleri nasıl anlatabilirim?
Ben bir insana bağlanamadım, bir eşyaya bağlanamadım, ben seslere bağlandım.
Ve sırf o saçmasapan aileye, insanlara ayıp olacak diye benim kalbim kırılıyor. Kalbim o kadar kırılıyor ki.. Bir yol bulmaya çalışırken beynim acıyor.
Kuzenime benimle gelmesi için bilet bile almayı teklif ettim, sırf babam okay desin diye.
Ama şimdi düşünüyorum, benim için ne kadar önemli olsa da, babamı mahçup etmeyi mi seçeceğim kendi kalbimi kırmayı mı? Doğru olan apaçık, seçmeye gücüm yok.
Ve dünyanın o kadar derdi varken, benim derdim ne kadar ufak görünecek, güleceksiniz belki, özellikle Helene, üzgünüm dünyanın onca derdinin yanında kendi ufacık derdime yandığım için. Böyle birini sevmek ister misin ki.. Kim ister.
Ama dedim ya, söz geçiremiyorum, ses izin vermiyor.

13 Temmuz 2014 Pazar

we are all stories in the end


Size bir hikaye anlatmaya geldim, kendi hikayemi.
Aslında kimseye anlattığım yok, kendime anlatıyorum en çok. Geriye dönüp baktığımda, bugün, bu sabahın körü, bu saatte aklımdaki düşüncenin bunlar olduğu bileceğim. Kim olduğumu bileceğim.
Bunlar hep kötü bir hafızanın sonuçları, bir kaç hafta sonra kim olduğumu unutabilirim.

Geçen haftalarda bir gün, tabi kii hatırlamıyorum üstünden ne kadar geçtiğini, çok tatlı biriyle tanıştım.
O üniversiteden bu üniversiteye tanıtım günlerine giderken, psikoloji alanında öğretim görevlisi olan bu tatlı kadının ufak, sıcak ofisinde iki çift laf ettik.
Kapıdan girip oturduktan sonra bana ilk yönettiği soru neden psikoloji okumak istediğimdi. Ben de bundan bahsedeceğim şimdi. Orda kuramadığım cümleleri kuracağım. O tatlı kadın yüzünden kurmadığım cümleler değildi bunlar. Başkaları yüzünden kurmadığım cümlelerdi. Keşke onunla oturup sadece ikimizin olacağı bir yerde bir kahve için her şeyi konuşabilsem. Bu konu hakkında benimle gerçekten konuşabilecek birini bulabilsem.

Uzun zaman önce, değer verdiğim düşünceleri insanlara aktarmaktan vazgeçtim. Düşüncemi anlatmama değmiyorlardı, anlamıyorlardı. Ben de onlarla onların seviyesindeki düşüncelerimin sınırlarında iletişim kurdum.
O gün de bu seçimimden şaşmadım ve ona onca meslek arasından ilgimi çekenin sadece psikoloji olduğunu söyledim. Bölümler arasından diyecek olsaydım, cümlemi uzatabilirdik. Ama nefret ettiğim bir gerçek var ki, bir mesleğe sahip olmalıyım.
Maddi açıdan getirisi olan bir mesleğe.

Ben hayatım boyunca zorluk çekmiş bir insan değilim. Ailemin maddi durumu her zaman orta seviyede oldu ve hiçbir zaman isteklerim geri çevrilmedi. Buna öyle acı şekilde alışmışım, alıştırılmışım ki, şimdilerde şirketin pek iç açıcı olmayan durumu beni paniğe sürüklüyor.
Gerçi bunun olacağını beklemem gerekirdi, küçüklüğümden beri annemin bana defalarca söylediği şey bu şımarıklığı bırakmamdı. Eğer hep daha fazlasını istersem elimizde olanı da kaybedecektik ve ben bunalıma girecektim. Nitekim, her şeyimizi şükürler olsun ki kaybetmemiş olsak da, çok parlak bir durumda değiliz. Hayatım boyunca korktuğum şey başıma geliyor ve ben bir meslek edinme durumunda kalıyorum. Bunu düşünmek beni delirtse de ailem bir gün yanımda olmayacak ve ben tek başıma kaldığımda maddi bir dayanağa ihtiyaç duyacağım.
İşte o yüzden ilgilendiğim bölümler arasından mesleğe dönüşebilecek olanı seçtim.

Bu konuda iki teorim var.
1.Bu düşünce kafam zaman geçtikçe oturdu. İnsan psikolojisi, beyin yapısı, düşünce yapısı bana hep inanılmaz heyecan veren şeyler olmuştur. Psikoloji bölümünü seçmeye karar verince ilgim katlandıkça katlandı.
2. Her zaman buna ilgiliydim, her ayrıntı bunu işaret ediyordu ve yapmam gereken meslek bu.
Ve ben ikinci teorim üzerinde yoğunlaşıyorum. Neden mi? Anlatmaya çalışayım.

Bir kaç yıldır youtube'u her gün açıp video izleyen insanlardan biriyim. Okumayı öğrendiğimden beri kalın kitap hastası, kitaplara aşık biriyim. Bir kitap ne kadar kalınsa, ne kadar çok ayrıntı varsa, karakteri ne kadar derinden tanıyacaksam o kadar iyi diye düşündüm hep. Tabii karakteri yakından tanımak sadece sayfa sayısından ibaret değil. Ama bu tamamen başka bir hikaye.
Mesela insanlar bu cümleyi kurduğunda, bir şeyden bahsederken arada geçen bir konu için "bu tamamen başka bir hikaye" diyerek asıl anlattıkları şeye döndüklerinde, hep o hikayeye duymak için delirdim.
Bir youtube videosu izlerken, genelde makyaj ve kitaplar üstüne videolar izliyorum, diyelim ki bir kişinin makyaj yapmasını izlerken, o kişinin hep kendinden bahsettiği ayrıntılar beni heyecanlandırdı ve aslında makyajıyla ne kadar az ilgilendiğimi farkettim. Youtube'da çok meşhur olan çantamda ne var videoları beni hep heyecanlandırdı çünkü bir insanın çantası onun hikayesiyle ilgili çok fazla ayrıntı içerir.

Ben hayatım boyunca insanların hikayelerini duymak istedim, o yüzden kendimi kitapların ve farklı insanların hikayelerinin dünyasından alamadım. Ben şimdiye kadar tanıdığım, gördüğüm, duyduğum hatta okuduğum yazarların hikayelerini dinlemek istedim. Her insan bir hikaye ve ben kendi hikayemi başkalarının hikayelerinde kaybolarak oluşturmak istedim.

Bir insanın karşıma oturup bana içinden atmak istediklerini anlatması her zaman içimi ısıttı. Hayatım boyunca yapacağım işin bu olacağı düşüncesi kalbimi ısıttı, bu işi yapacaktım, her gün saatlerce en sevdiğim şeyi yapacaktım ve bunun için para alacaktım. Sağlamak zorunda olduğum geçimimi, para istemeden peşinde koştuğum şeyle sağlayacaktım.

Şuan bunu büyük ihtimalle yapamayacak oluşumun bilinciyle ağlıyorum, ağlıyorum ve neden kendi hikayemin bana yetmediğini merak ediyorum.
Neden kendimi hiçbir zaman sevmediğimi.
Ve bunu cevaplamak hiç zor gelmiyor bana. Hiçbir zaman fiziksel olarak istediğim insan olamadım, kimse olamadı belki de ama ben nefret ettiğim şey oldum her zaman. Ben olsaydım kendimi sevmezdim, neden benimle hala arkadaşsınız cümlesini binlerce kez kurdum. İnsanları kendimden uzaklaştırmayı bilerek ya da bilmeyerek binlerce kez denedim. Sadece bir kaç kişide deneyemedim bunu. Onları alıp hayatımın içine sokmak istedim ve hiç bırakmak istemedim. Beni sevdikleri o kadar okunuyordu ki gözlerinden, ben kendimden nefret ederken, onların sevmesine izin vermek istedim.
Hiçbir zaman güçlü olamadım. Kendimi ve yaptığım şeylerin sorumluluğunu kabul edemedim. Hala edemiyorum. Güçlü olmamayı ailemin suçu olarak görmeye çalışıyorum. Bana her şeyi verdikleri için kendi başıma bir şey kazanmayı bilemediğimi düşünüyorum.
Emek vermek, çalışmak yerine kolay yoldan elde etmeye çalışıyorum her şeyi.
Bunu yapamadığımda da ailemi suçluyorum, devleti suçluyorum, beni güçlü ve azimli yapmadığı için Tanrı'yı suçluyorum.
Hiçbir şeye gücüm yok bu hayatta, sevdiğim şeyi kovalamaya. Pes edip oturacağım. Biraz daha suçlayacağım. Biraz daha zarar vereceğim. Durmak istiyorum. Ama nasıl duracağımı bilmiyorum..

İşte benim "neden psikoloji okumak istiyorsun" hikayem böyle.
Ve diğer bütün psikoloji okumak isteyenleri de suçluyorum. Eşit ağırlıkta başka seçecek bölüm bulamadıkları için, böyle tutkuyla istemedikleri bu bölümü yazıyorlar, herkes bu bölümü yazıyor ve sonra ne oluyor? Bu bölüm ilk 2 bini alıyor. İlk 2 bin.
Ve ben pes ediyorum. İlk 2 bin içinde olmak rüya gibi bir şey, olurum, çalışırsam birinci de olurum ama buna gücüm yok, pes ediyorum. Çalışmak, emek vermek, keşke bilebilseydim bu kavramları.
Belki bir öğrenirim, öğrenirsem gelir yine kendime anlatırım. :)
Aranızda psikoloji okumak isteyen ya da okuyan var mı? Sizin hikayenizi de duymak isterim.
Ah, blogu da bu yüzden bu kadar seviyorum. İnsanlar anonim olarak içlerini döküyorlar burda, benim sevdiğim tarzda bloglar yapıyor bunu diyelim ve boom, işte en sevdiğim şey.

Doctor Who'yu da bu yüzden seviyorum. Çünkü o böyle böyle demeyeceğim, hiçbir şey anlatmayacağım. Ama Doctor Who'nun hikayesi benim sonsuza kadar dinlemek istediğim bir şarkı.
Bu arada şarkıları dinlerken de şarkı sözlerinden vokalistin hikayesini dinliyorum. Şarkıların müzik kaliteleri bir yana, onları sevmemdeki kocaman etken bu.
Ve vokalistin değil de başka birinin yazdığı şarkılar her zaman kalbimi kırıyor. Herkes kendi hikayesini söylesin canım, istemiyorum ben sesi güzel birinden, satın alınmış bir hikaye dinlemek.
İşte anlatmak istediklerim böyleydi kendim. Rahatladım, mutluyum. Teşekkürler.
Şimdi tek dileyim klimayı açtığım için alt ve üst katta oturan insanların rahatsız olması. Dayanamıyorum sıcağa, kışın değerini iyi bilmeyi unutma!

7 Temmuz 2014 Pazartesi

The Doctor is Dying




Bana doğru yavaşça bir kaç adım atıyor. Sonra da hepsini bir anda. Benim hayatım yansımalardan oluşuyor. Kurduğum cümleler de, nefret ettiğim kitaplardan. 
Usulca yanıma oturup, beni bir kez daha öldürüyor. Yapmak zorunda olduklarımın gerçekliğine gözlerimi kapatıyorum.Benimle böyle oyun oynamasından nefret ettiğimi düşünüyorum. Sonra da kulağıma beni özlediğini fısıldıyor.Evet diyorum, ben de özlüyorum onu.
Çocukken benimle olan, bana hep yol göstermiş olanı. 

"İnsanlar değişir. İnsanlar hep gider." diyorum usulca ona. Kendime de defalarca söylediğim gibi. Honey'in ısrarla öğretmeye çalıştığı gibi. Bir an sonra asla bu farkındalığa erişemeyeceğimi düşünüyorum. Bulup bulup kaybetmenin kaderimde olduğunu kabullenişim üzerinden çok geçmedi. Her farkettiğimde peşime düşerlerdi. Önde Bencillik koşardı, genelde yakalayan da o olurdu. Eğer ufacık bir direnç göstermeye karar verdiğim günlerden birindeysek de peşi sıra Hırs gelir, ufacık öpücükler kondururdu dudaklarıma. Bir saniye dokunur kaçardı dudakları dudaklarımdan ama River'ın öpücüğü kadar tatlıydı öpücüğü. Tatlı ve zehirli.

"Yakında beni bulurlar" dedi; sonum geldi.
Onun peşinde koşan şeyler bambaşkaydı tabii, herkes hayatta bir şeylerden kaçardı. Çok vaktimiz yoktu, biz nerdeydik sahi?
Piramidin tepesinde, dünyanın sonunda bir yerlerde ilerlemeyen saatin tik toklarına kulağımızı vermiş oturuyorduk. Gözümün ucuyla bir bina yakalar gibi oluyorum, beni başka dünyaların prensesi yapan sahnelere sahip. Her seferinde farklı bir rüya ve gerçekliğe tutunan tırnaklarımın kırılma sesleri, tek duyduğum tik tok goes the clock.

Sonsuzluğa uçarken düşündüğüm tek şey çığlıklarla çınlayan sahne, kapanan perde değil, neden birden Etna Dağı'ndan yuvarlandığımdı. Bana onca şey vaad eden Athena da nereye gitmişti?
Tiyatromu ateşe verdim. Binayı da. Havai fişekler de kutlama içindi.
Ve arkamda bana el sallayan alevlerle vedalaştım. Artık evim yoktu, tek arkadaşım alevlerdi, alevlerin içindeydim. Run to the hills, run for your life diyen Bruce'u dinlemekle iyi etmişim değil mi? Bir kez daha kaçmaya başladım.

Ve oradan geçen iki büyük kamyon, bende çok uzaklara gitme isteği uyandırdı.
Hayatım boyunca istediğim buydu, çok uzaklara gitmek. Ama ne kadar uzağa gidersem gideyim kendimden kaçamıyordum. Neyse ki gerçeklik algımdaki cızırtı beni uzaklara götürmeye kararlıydı. "Bu sefer nereye gitmek istersin Alice, hangi delikten atlayalım?" 

Başka bir gerçeklikte kaybolmaya hazırlanırken, yanımda oturanı farkettim. Tekrar. Onunla vedalaşmam mı gerekiyordu? Onunla tanışmam mı gerekiyordu? Ters yönlerde giden iki tren gibiydik, asla doğru yerlerde karşılaşmayacak ve sonsuza kadar birbirinden uzaklaşan. Ona döndüm ve gözlerimin içine bak dedim. Belki orda beni bekleyen dünyaları görür, içimde bekleyen sonsuz insanlara bir şans verirdi. 

Ne son ne de ilk kez dudaklarımdan öptü, zaman tekrar rayına oturdu ve o öldü. 
Kaçış tekrar başladı, bu sefer nereye Alice?


Not:İzleyenler anlayacaktır, hatta baştaki resimden izlemeyenler de anlayacaktır, doctor who'nun çok etkilendiğim bir kaç bölümünden esinlenmelerle dolu bir yazı oldu. :)