28 Nisan 2013 Pazar

All the love gone bad



Bazen çok korkuyorum, bu şarkıyı eskisi kadar hissedemem diye.
Şarkıları bile kaybetmekten korkuyorum artık, biliyor musun?
Onları bile kaybediyorum artık, senin yüzünden.
Sen yokken, onlar bile yoklar.
Sen yokken onlar bile çekilmez oluyor.
Haberin bile yok bu vedadan.

Seni affetmek istiyorum.
Çünkü senin hayatımda olmanı istiyorum.
Ama affedince tekrar incineceğimi de biliyorum.
Ne affedebiliyorum ne de veda edebiliyorum.
Sanırım, senin veda etmeni bekliyorum.
En kötüsünü bekliyorum evet, senin veda etmeni.
Başa çıkmak için en zorunu seçiyorum.
Zaten böyle şeylerde hep ters olmuşumdur.
En zorunu yapıp, kolaylarına gelemeyenlerdenim.
Belki de acıtmaz, belki de delip geçer.
Ama gitmen gerek.
Beni, bırakman gerek.
Seni, bırakmam gerek.
Güçlü olup önüme bakmam gerek.
Ama istemiyorum ki.
Sadece seni istiyorum.

pierrot the clown

I wish I could lost all my memories.
Cause our memories are making worthless all the other ones.

27 Nisan 2013 Cumartesi

cigarette burn



Çünkü ben, kan kırmızı dudaklarını büzüp bana doğru üflediğin nefese tutunmayan çalışan kül parçalarından başka bir şey değildim. Siyah değildim, arada beyaz hallerim de olurdu ama ben griydim.
Griydim çünkü yorgundum. Tutunmaya çalıştığım her seferde kırılan tırnaklarım kadar yorgun ve dağılmıştım.
Rüzgarının gelip beni parçalara ayırmasını ayakta durarak izledim.
Çatırdayarak solan kalbimin ateşi gibiydi senden aldığım her darbe.
Her darbe benden bir parçaydı, hayır senden bir parçaydı.
Öyle bir parçaydı ki beni işe yaramaz yığınlara çevirirken onu alıp içime sokmayı dilerdim.
Çoğu zaman hislerim birileri tarafından bölünerek parçalara ayrılıyor.
Biraz önce olduğu gibi birileri kapıdan içeri giriyor ve ben acı çektiğim köşeme geri dönüyorum.
Engel olacak, onu kollarından tutup dışarı atacak gücüm olsaydı ne olurdu ki, giden kişi gitmek isterken?
Güzel de konudan konuya atlarım mesela, anlamazsın bile.
Bir de ben güzel giderim.
Öyle güzel giderim ki istesem bile geri dönüşü olmaz.

Bazen yazıyorum ama birileri okusun diye değil, sadece karanlık biraz daha kararsın diye.

Bu yazıya başlarken bana ilham veren Lady Jane'e ve onun küçük kül yığınlarına teşekkür ederim. :)

26 Nisan 2013 Cuma

Çünkü anlatamam



I'm sorry that you've hurted me.
I'm sorry that I've hurted you.
I know that I was never good enough.
I was just a compensate for you.
I was just a toliet paper and you used me.
You used me and threw me to the toilet.
You saw me drowning.
I was drowning.
I was calling you for help.
You looked at me. Looked at me in the eye and you said
"I didn't do anything."
Yeah, all right darling I know.
You didn't do anything at all.
You watched me drowning.
Falling deep inside.
Falling deeper.
And now all I can say;
"Pull me under, I'm not afraid."
You did believe that too, didn't?
You though that I could just forget you.
I can't always just forget you.


At the end of the world
Or the last thing I see
You are
Never coming home


Çünkü anlatamıyorum. Şarkı ya da ingilizce olmadan artık anlatamıyorum.
This was suppose to be pravite.
But now I can't even write it down.

16 Nisan 2013 Salı

Different - 4. bölüm




Bullet The Blue Sky

Bölümün şarkısı olsun bu da.


Louis gözlerini açtı ve tavana bakmaya başladı. Kabuslar eşliğindeki huzursuz uykusu mırıldanmalarla bölünmüştü ve tekrar uykuya dalamıyordu. Hayatında her şeyin yoluna girmesi gerektiğini, yarışmadan elenmediklerini, en yakın birkaç arkadaşı ve biraz tanıdığı Harry ile birlikte bir grup olduklarını düşündü.
Bugün ilk provaları vardı ve provaya kocaman göz altı torbalarıyla gideceğine hiç şüphe yoktu. Başını kaldırıp Stan’e baktı. Onun hakkında ne hissettiğini düşündü. Sonra derin bir nefes alarak boşvermeye karar verdi ve ayaklandı.
Susadığını farketti ve etrafa bakınmaya başladı, hiç su kalmamış mıydı ? diye düşünürken sehpanın üstündeki bardağı gördü ve bardağı kafasına dikti. Kendine gelmişti.
Sessizce kapıyı açıp kendini dışarı attı. Bugün erkenden provaları vardı.

-

Tom son dizelerini söylemesi için Harry’e işaret ettiğinde, Lou bugün ki provalarının hem güzel hem de garip geçtiğini düşünüyordu. Başını kaldırıp dizelerini söylemeye başlayan Harry'e baktı. Çünkü ona bakabileceği tek zaman buydu. Ona, sevgilisi olduğunu ve uzak durmasını ima ettiği geceden sonra aralarına soğuk bir mesafe girmişti ve Harry onu her gördüğünde, yani günün büyük bir kısmında, kasılıyor ve utanıyor, mümkün olduğunca konuşmuyordu. Ama Louis, ona sevgilisi olduğunu ve uzak durmasını ima ettiği gece, böyle olsun istememişti. Ne istediğini de kendi de bilmezken söylediği sözlerden pişmanlık duyuyordu. Ama ani tepkiler verdiği zaman onun sonuçlarıyla karşılacağının farkındaydı, yine de yapmıştı.

Harry ise derin bir utanç için de, Louis'den ne kadar kaçınmaya çalışsa, onu daha fazla rahatsız etmemek için uzaklaşsa da Ona çekildiğini hissediyordu,  bunun kötü bitmeyeceğini bilerek çekiliyordu. Ona baktığında tek düşündüğü şey, dünyadaki en güzel şeye baktığıydı.
Kafasını boşaltıp sesine ve notalara odaklanmak yerine yaptığım şeye bak diye düşündü ve sözlere geri döndü.

-


Stan ise provada olanlardan habersiz, Perrie’yle bir kafede oturmuş keyifsizce kahve içiyorlardı. Stan, Louis ile artık eskisi gibi olamayacaklarını anlamıştı ancak bitirmek de istemiyordu. Perrie’ye danışmaya karar vermişti. Perrie’nin ise hala Harry’de takılıp kaldığı belli oluyordu. Stan onun mutsuz yüzüne baktı ve masanın üstünden elini tutmak için uzandı. Gözyaşlarını tutamayan Perrie eğilip başını onun omzuna yasladı, gözyaşlarının dökülmesine izin verdi. Dökülüp, kapkara isle kaplanmış içini temizlemesine izin verdi. Stan onu sıkıca tuttu ve bir an sonra kolundan tutup kaldırdı, onu eve götürüp güzel bir uyku çekmesini sağlayacağını söyledi ve hesabı istedi.


-



-Hey dostum, sinemaya gitmek ister misin ? dedi Niall, grup prova odasında yavaştan toparlanıp dağılmaya başlamışken. Harry de kağıtlarını toparlamış gitmeye hazırlanıyordu ama bir kulağı Louis ile Niall'in konuşmasındaydı.
Niall, Harry'nin kolunu tutup onu da kendine çevirdi ve
-Harry hadi sen de gel! Bu filmi görmenizi istiyorum!
Niall onları drama/romantik bir filme götürmeye çalışıyordu ve çocukların ikisi de yüzlerini buruşturarak teklifi geri çevirmeye hazırlanırken Niall onları kollarından tutup öne ittirdi, ikisini yan yana tutup yürütmeye başladı.
Harry utançla başını eğip Louis'e baktı, bakışları koluna değdiği hatta ona bu kadar yakın durduğu için özür diler gibiydi çünkü Louis'in onun varlığından rahatsız olduğuna bugün emin olmuştu. Tanrı aşkına provada bir kere bile ona bakmamış, Harry ona Paul adına bir şeyler söylemesi gerektiğinde cesaret edememiş, Liam'a söylemesi için yalvarması gerekmişti.
Louis buna aldırmıyor gibi görünüyordu, Harry'nin utangaç gülümsemesine rahat bir sırıtışla karşılık verdi ve dışarı çıkıp bir taksiye atladılar. Sinemaya vardılar ve sıraya girip bilet almak için beklemeye başladılar. Aralarındaki gerginliğin tamamen düzelmediğinin farkında olan Louis bir şeyler yapma gücünü kendinde bulamadı, sadece yumruklarını sıkarak orada öylece beklemeye devam etti.

Niall'ın telefonu çaldı ve heyecanlı bir şekilde konuşmaya başladı. Bu bir arada durmalarını sağlayan tek şey olan Niall'ı da aralarından çıkarırken sessizce sıranın gelmesini beklediler. Sonunda sıra onlardaydı, Niall söz verdiğini gibi biletleri alacaktı ama telefonla olduğu için parayı mahcup bir gülümsemeyle Harry'e verdi. Bilet işi halledilmişti. 2 grup arkadaşı sıradan çıkıp yürümeye başlamışlardı, Niall arkadan onlara yetişti ve
-Çocuklar çok üzgünüm! Acil bir durum var Simon 5 dk içinde stüdyoda olmam gerektiğini söyledi! Tanrım ona işim olduğunu söyledim ancak Simon'ı bilirsiniz, bundan daha önemli bir işim olamayacağımla ilgili bir konuşmaya başlamaya yelteniyordu ki ona geleceğimi söyledim. Ama biletleri aldım artık, bari siz girin!
-Ama Niall bekle-
-Olmaz bi-
-Görüşürüz! dedi Niall ve koşarak uzaklaştı.

-Ee o zaman Harry, girelim mi?
-Hmm bilmem ben ee-
-Hadi.
-Bak seni rahatsız ettiğimin farkındayım, biletleri hala geri verebiliriz?
-Rahatsız etmek mi? Dostum öyle bir şey yok, hadi!
-Hmm peki.

Louis’e son bir kez emin olamayan bir bakış attıktan sonra daha fazla mızmızlanamayacağını farkeden Harry de onun peşine takıldı ve salonu aramaya başladılar.


Filme gireli daha 15 dakika olmuştu ve ikisi de sıkıntıdan patlamanın sınırına gelmiş bir şekilde bakışıyorlardı. Sonra Harry, filmdeki karakterlerin her söylediği hakkında şakalar yapmaya ve Louis’nin kulağına komik sözler fısıldamaya başladı. Gerginliğin azaldığına memnun olan Louis de ona katıldı ve sonunda seyircilerin rahatsız olduğunu farkeden Louis sessiz olması için Harry’e sus işareti yaptı. Harry buna aldırmadı ve Louis’in elini alarak ona filmdeki sahneyi gösterip gülmeye başladı. Louis’e dayanamayıp kıkırdadı. Sonrasında ikisi de sustular ve Harry başını eğip hala tuttuğunu farkettiği ele baktı. Sonra her şey bir anda gelişti. Başını kaldırdığında Louis de ona kocaman şaşkın gözlerle bakıyordu ve ağzı hafifçe aralanmıştı. Harry ne yaptığını düşünmeden öne eğildi ve Louis’in dudaklarına yapıştı. Şaşkınlıkla ağzı açılan Louis’nin bu hareketinden faydalanan Harry öpücüğü bir anda derinleştirdi ve Louis’in cevap vermesi için haşince öpmeye başladı. Şaşkınlığını üstünden atan Louis en sonunda dayanamayıp ona karşılık vermeye başladı ve Harry’nin elini daha sertçe sıktı, diğer elini onun kıvırcık saçlarına geçirmek için kaldırdı ve Harry’i sertçe, arzularını akıtırcasına öptü. En sonunda nefes alamayacak duruma gelen Harry sertçe dudaklarını ondan kopardı ve nefes nefese boynuna ıslak öpücükler kondurmaya başladı. Hiçbir şey düşünemez halde olan Louis, kıvırcığın başını sertçe boynuna bastırdı ve inlemesini bastırmak için dudaklarını onun saçlarına gömdü.
Her şey, artık her şey çok fazla gelmeye başlamıştı. Buna dayanmaları mümkün değildi, dayanmaları gerekmiyordu. Dürüst olmayı denemişti Louis, ona biriyle birlikte olduğunu söylemişti ama aralarındaki çekimi inkar etmek artık mümkün değildi, daha fazla katlamıyordu.
Kollarını ona doladı ve sıkıca sarıldı. Harry başını kaldırdı ve onun bir andaki bu duygusal sarılışına anlam vermeye çalıştı. Gözlerindeki hüznü, pişmanlığı ve bunun yanındaki tutkuyu ve parlayan rahatlamayı görebiliyordu. Sonra bakışları tekrar dudaklarına indi ve kendini tutamadı. Louis’in dudaklarına baktığında kendini tutması şimdiye kadar çok zor olmuştu ve artık dayanamıyordu. Onu bu sefer yumuşakça öpmeye başladı, onu sadece seksi bulduğu için değil, onda daha derin şeyler bulduğu için öptüğünü söylemek istiyordu ve sözlere gerek yoktu, öpüşü her şeyi anlatıyordu. Louis’in dudaklarında hafif bir gülümseme hissetti, o da gülümsedi ve sırıtarak dudaklarını ayırıp birbirlerine baktılar.

Her şey o gün başladı. Yeni başlangıçlar ve bitişlerin hepsi o güne toplandı ve herkesin hayatında bir dönüm noktası oldu. Bunu istemediler, memnun olmadılar bazıları. Bazılarıysa sonsuz mutluluğa kavuşmuş gibi hissetti ve kaybetme korkusuydu doldu. Ama yine her şey hayat nasıl isterse öyle şekillendi. Söz hakkına sahip kimse olmadı, olamazdı.


Yazar notu : Biraz kısa olmuş olabilir ve uzun bir ara da vermiş olabilirim, elimden gelen bu ne yapalım :) Farkettim ki tek bölüm (one-shot) yazmak güzel ama bölümlü (chaptered) gerçekten zor bir hayran hikayesi (fan fiction) türü :) Orjinal öyle olduğu için parantezde belirtelim dedim :) Umarım beğenirsiniz, yorum bırakırsınız :)
Yazar notu 2: Ayrıca hikayenin plotunu değiştirme yönünde kararlara gitmeyi düşünüyorum ama bilemiyorum, fantastik hoşunuza gider mi yoksa reel hayat çerçevesi içinde mi kalalım ? Yalnız sanki yüzlerce okuyucum var mı konuşmuyor muyum, okuyan varmış gibi :) Öhöm.

She dies


" Bazen, birileri öyle güzel gidiyor ki insanın elinden dur demek bile gelmiyor. Ne kadar çabalarsan çabala o kadar uzaklaşıyorsun. Çektiğin acıyla duvarlara vurduğun aptal kafanı da yanına alıp pişmanlık yolunda koşar adımlarla yürüyorsun. Anın tatlılığıyla attığın kahkahalar güzeldi evet ama kahkahadan sonraki o buruk gülümsemenin içindeydi bütün bilincin.

Ona belli aralıklarla sorardın seni herkesten çok sevip sevmediğini. Gariplik de bu ya, o da seviyordu seni değil mi? Sonra diyordun kırık dökük ve her parçasının ellerine battığı sesinle "Sanki duymak istediğim şey buymuş gibi."

Ama bundan da kötü bir şey var, kabullenmek. Biliyorsundur artık yapılabilecek bir şey olmadığını, sessizce kabullenirsin bunu. Alırsın bıçağı ve bir kez daha kalbine saplarsın, ama bu sefer o kadar acıtmamıştır, gözünü bile kırpmamışsındır acı kalbini dağlarken ve insanlar sana doğru tuzlarıyla koşarken. Derinde sızlayan bir şeyler vardır artık, çok derinde kalmıştır ve asla iyileşmeyecek bir yaran vardır artık. Yaralarını seversin çünkü onların hepsi hatıralarındır. Kalbimdeki boşluk seni üzen ve mutlu eden tek şeydir. Hatıraların gibi.


Eskiden, çok eskiden ben de kendi kendime bunun aşk olduğunu söyleyip, dururdum. 

İşte bugün burada bu seansı beraber yapmamızın da sebebi bu Rea. Tix ve sen birbirinizin eksik yönlerisiniz. Sen şişmansın, o da zayıf. Tix hüzünlü, sense neşelisin. Ama ben sevmenin her şeye yetebileceğini sanan bir ahmağım.
Yıllarca aşkın var olduğuna inanmış bir aptal. Eskiden, ben daha lisedeyken bir hocam demişti ki "Bir şeyi yeterince isterseniz mutlaka elde edebileceğiniz yollar karşınıza çıkar."
İşte o zamanlar, çıkacağına gerçekten inanmıştım. Aşık olmak istiyordum, sevmek ve sevilmek. Ama bunu bütün bedenimle isteyip karşıma çıkacak şansları beklerken, aslında o şansların bana aşkın olmadığını anlatmaya çalıştığını fark ettim. Hayır aşk diye bir şey yoktu. Dostluk mu ? O hiç yoktu. Biz insanlar, sadece birbirimizden faydalanıp sonrada birbirimizi köşelere atan varlıklardık. Biz, dünyadaki en tehlikeli varlıklardık.
Bütün bu düşüncelerime rağmen ve kendimi bir zindana zincirlemek en büyük arzumken size burda akıl vermek için bulunmam ne kadar ironik, değil mi ?

Yani Rea ve Tix, sizden birbirinizi sevmenizi istemiyorum, beni sevmenizi ya da hayatı sevmenizi. Bu hayatı sevmeyi hangi birimiz başarabiliriz ki ? Kader diye bir tanım var bilirsiniz, kendi irademiz olduğu ve seçimleri kendimiz yaptığımıza dair bir tanım. İşte büyük balığın küçüğü yemesi ve bütün insan ırkının tam tersini kanıtladığı şey budur. Neden insanlar mutsuz Tix ? Neden herkes kendi seçimlerini yapıp mutlu olacağı şeyi seçebilecekken herkes mutsuz? Sence gerçekte hayat bize bu seçimleri yapma hakkını veriyor mu? Yoksa gözlerimizi bağlayıp, bizi seçmemizi istediği o lanet seçeneğe mi götürüyor Tix?


Her akşamüstü, hayatımın aşkı sandığım kadının batan güneşe doğru gidişi seyrettim, Rea. Orada hiç seçim yoktu. Söyleyeceklerim olsaydı, susardım Rea ama söyleyecek sözlerim bile yoktu. Hayatın bize sahip olduğunu unutup, birbirimize sahip olabileceğimizi sanan iki aptaldık.  Biz, hepimiz bir günde ekspres teslimatla doğrudan cehenneme gideceğiz ve asla seçeneklerimiz olmayacak Rea.
İşte bu yüzden olduğun şeyi önce kabul edip, sonra da tamamlanmak için insanları kullanmaya başlamalısın. Sen, Rea insanları kullanıp bir köşeye atmalısın, çekip gitmelisin ve arkana asla bakmamalısın.
Çünkü insanların yaptığı ve hak ettiği budur, hayatın bize verdiği ve vereceği tek seçenek budur. Çünkü orada asla seçenek yoktur. Kabullenme ve acı vardır. " dedi hasta bakıcılar ona deli gömleğini giydirip, koluna haşince uyuşturucu iğneyi saplamadan önce Kester. 

Herkes onun psikolojik sorunları olduğunu ve yanlış şeyler düşündüğünü söyleyip onu bu cehennemin içine hapsetmişlerdi. Kendini psikolojik danışman olarak görmesi ve insanları onun hastaları sanmasıyla bu merkezde en dalga geçilen kişiydi, yeşil gözlü ve dalgın bakışlı Kester. Ama kimse bilmiyordu onu kollarından çekiştirerek götüren uzay maymunlarının gerçekleri saklamak için onu buraya hapsettiklerini. Kimse bilmiyordu ve asla anlamacaklardı.


15 Nisan 2013 Pazartesi

Trouble



"Birilerinin onu bu şekilde görmemesi için onu buradan çıkartmamız lazım" diye fısıldadı kulağına Dimitri, pislik içindeki karanlık kulübenin sessizliğine aldırmayan kalın ve baştan çıkarıcı sesiyle. Yerde uzanan ve beyaz elbisesi artık kirden rengini kaybetmiş, yırtık elbisesinden açıkça görünen göğüslerine kendilerini onun güzelliğinden alıkoyamayan kum taneleri tutunmuş kıza baktı. Masum bir suratı vardı, sarı saçları içinde bulunduğu her ortama ışık saçtığı gibi, bu Tanrı'nın unuttuğu çölün ortasında, iliklerine kadar donmasına rağmen ışık saçıyor, kirli sakalı ve yeşil gözleriyle vahşi bir ifadeye sahip Dimitri'nin gülümsemesine sebep oluyordu. Dimitri'ye onunla geçirdiği parlak günlerin uzak anısını hatırlatırcasına yüzüne dökülmüştü altın saçları. Ama adamın gülümsemesinde hain bir yan vardı, sadece Lissa'nın görebildiği. Onu affetmeyeceği her halinden belliydi.
"Özür dilerim" diyorum diye umutsuzca sızlanmaya başladı düştüğü yerden doğrulmaya çalışan Lissa ve bu sözleriyle Dimitri'nin gülümsemesinin daha da genişlemesine sebep oldu. Özür dilemenin ve bir şeyleri düzeltmek için artıp çabalamanın bir anlamı olmadığını biliyordu ama paniklemiş halde nefesini düzenlemeye çalışırken, dudaklarından dökülen tek şey bu üç kelime olabilmişti. Bir şeyleri yakıp yıktıktan sonra, geri dönüşün olmadığını bildikleri halde cesurca istediklerini alan insanların katlanması gereken bir bedeldi bu sadece, daha fazlası değil. Dimitri'nin ona her şeyini adayıp darmadağın olmasından sonra, darmadağın olma sırası ondaydı. Bu oyunun tek bir kazananı veya kaybedeni olmacaktı. Günün sonunda ellerinde kalanın iki kaybetmiş, yalnız ruh olacağını biliyordu Lissa.

Lissa'ya doğru eğildi ve elleriyle bileklerinden tuttu. Kocaman avuçlarının içinde kırılacaklarmış gibi hissettiren soluk, titrek bilekleri sertçe sıkan Dimitri, canının yanmasına aldırmadan onu çekip yattığı yerden kaldırdı. Uzandığı yerin soğukluğu, bugün çekeceklerinin yanında hiçbir şeydi ve Lissa acıdan zevk almayı çok daha önce öğrenmişti, biraz daha kan yutarak ve biraz da ağzından püskürterek acı bir kahkaha attı.
"Kurutulmuş bir çiçek de en az canlısı kadar güzeldir" diye fısıldadı onun kulağına yaklaşıp ayak uçlarında yükselen Lissa. Kanlı sırıtışıyla devam etti:
"Bana ne yaparsan yap pes etmeyeceğim. Günlerdir burdayız ve yüzündeki o iğrenç gülümsemeyle eriyip gitmemi seyrettin sadece. Acıdan beraber zevk aldığımız zamanları unuttun mu ? "

Bu kelimeler Dimitri'nin yüzüne sert bir tokatçasına inerken, anılar, lanet olası anılar tekrar gözlerinden canlandı. Bu lanet olası mutlu günleri ne zaman unutmayı başaracaktı ? Ne ölürken aklından çıkarmasının mümkünatı vardı ne de onun ölümünü seyrederken. Ruhunun ancak onun ölü bedenini parçalara ayırdığı zaman huzura kavuşacağını fısıldıyordu derinden bir ses. Dimitri bir nefes aldı ve sonrasında Rose bir anda görüş alanına girdi ve Lissa'yı haşince itip yerine geçerek Dimitri'nin dudaklarına yapıştı. Dimitri'nin de kollarını beline dolamasıyla güç alan Rose onun üst dudağını ısırdı ve Dimitri'nin omuzlarından kuvvet alarak bacaklarını uzun ve heybetli adamın beline doladı. Sinsice gülümsemesi yüzünde gittikçe büyüyordu. Bu odadaki herkes farklı bir şey peşindeydi ve Lissa uzandığı, kalkmaya takat bulamayıp düşüp kaldığı yerden giderek bulanıklaşan görüşüyle neler olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Rose dudaklarını ayırdığında, adamın kulağına dökülen kelimeler Lissa bir anda gözlerinin büyüyüp geri geri sürünmeye başlamasına sebep olsa da, artık kaçış olmadığını biliyordu.

Dimitri ve Rose, onunla işlerini bitirdiklerinde Lissa son kez karanlık kulubenin üstlerine yığılacakmış gibi duran tavanına baktı. Hüzünlü bir akşamdı, uzaktan su sesleri duyuyor ve kuruluktan parçalanan dudaklarını artık hareket ettirmekte güçlük çektiği diliyle her ıslatmaya çalıştığında biraz daha kendi kanında boğuluyordu. Sonra gözlerini yumdu ve her yanından dökülüp onu sinsice, her bir tanesiyle daha da yolun sonuna yaklaştıran sıcak damlaları teninde hissetmeye çalıştı, ölümü parçalanmış gülümsemesiyle kucakladı.

Shit

You know what?
You make me feel like shit.

13 Nisan 2013 Cumartesi

Can't you see

Şu sürekli blog okuyan insanlardan olamayışımın verdiği acı..
Bloguma bile haftalarca bir şey yazmadan, hayatın telaşına kapılmış aptal mutluluklara koşarken, nasıl yapabilirim ki ?
Sadece her şey paramparça olunca buraya gelirim ben.
Attığım yorumlara da aylar sonra bakıp, uzun, önemsenmiş yorumlar görüp kötü hissederim.
Ben, sadece böyleyim ve kimseden sevmesini beklemiyorum.
Hatta istemiyorum. Üstünde "Size istediğinizi veremem, beni sevmeyin ve acı çekmeyelim." yazan bir tişörtle dolaşmam yapacağım en akıllıca şey olurdu.
Eğer biraz cesaretli olsaydım derdim ki, sizinle, evet siz ikinizle hiç tanışmamış gibi davranalım mı?
Nefret etmeyelim, kötü davranmayalım. Sadece yüzlerimizi unutup, kalplerimizden silelim ?
Ve ben yüzünüze baktığımda acı çekmeyeyim.
Ama imkansız, imkansız. Buna daha ne kadar dayanabilirim bilmiyorum.
İçimin o taştığı günlerde nasıl normal insan davranışları sergilemeyi başarabilirim ?
Sadece.. Sadeceleri söyleyebilirim?
Söylemem çünkü korkağım. Söyleyemem çünkü seviyorum.
Söylemem çünkü bir anda ellerimi klavyeden çekip kalbimi söksem mi bir şey hissetmem, damarlarımı kessem mi diye düşünmekle meşgulüm.
Yok yahu bileklerini kesen ergenlerden de değilim, ben korkağım anlıyor musun Lucius ?
Sen de beni sevme. Sana bile istediğini veremiyorum görmüyor musun ?

Yahu ben ne demeye geldim! Önemseyen ve karşıllığını alamayan güzel insanlara üzgünüm demeye geldim.
Özür dilerim, kızmayın olur mu ?

Devil is here to stay and it was just a dream




Sonra ona diyorum ki hayır gelme, burda sadece bana ve ona yer var. Evet ona dedim, yanlış duymadın.
Buruşturup attığın şeye şimdi tanımıyormuşcasına bakman ne kadar hoşsa, o kadar hoşssun sen de işte.
Ne kadar karalarsan, o kadar varım ben de.
Biliyorum istemiyorsun. Biliyorum görünmez ellerle duvarlar çiziyorsun.
Biliyorum ben zilin çalmasıyla kapılar ardında kalan buruşuk olmalıyım ve bunu istiyorsun.
Ama zilin çalmasıyla vuruyorum ben başımı, akılsız başımı, duvarlara, kapıya, panonun köşelerine.
Buruştururken çıkardığın her hışırtıyla beynimin dağılmasını görüyorum, zevk alıyorum.
Daha fazlası için vuruyorum. Daha fazlası ve hepsi.
Peşimden koşan sahte bir çift göz. Dönüp baktığımda kahkahaya boğulan koca ağzın.
Aklım nerdeydi ? Peki ya akılsız başım ?
Senin o kişi olmadığını zaten biliyordum değil mi ?
Asla olamayacağın açık değildi benim kör gözlerimde, yalanlar söyleyen gözlerinde.
Nasıl da inanmak istemiştim o yalanlara. İnanmıştım da.
Ellerim kopana, gözlerimden kanlar akana dek yazmıştım hepsini sarı deftere.
Sanmıştım ki kara kaplı defterimin parlayan sarısı olurdun.
Güneşin en güzel parçası olup aydınlatırdın buruşturduğun her şeyi.
Sanmıştım ki sen güneş batmadan önceki kızıllıktın gökteki.
Seni içime sokup bırakmam sanmıştım. Şeytan çekip almaz sanmıştım.
Tek sorun da oydu işte. Tek sorun şeytan kalacakmış gibi görünmesiydi. O'ydu.
looks like the devil's here to stay.



Şimdi geçmişe bakıyorum ve diyorum ki, zaten anlayacağını hiç düşünmüş müydüm?
Sana her zaman anlayacağın şeyle geldim. Seveceğin şeyle.
O ben değildim. Hislerim değildi.
Sevdiğin ben miydim ? O ben değildim.
Şarkıyı dinliyorum, hissetmeyi bekliyorum.
Ne zaman erir bu kalbimi dolduran buzlar, onu bekliyorum.
Ya da kalbimin bir buz parçasına dönüşmesini diliyorum.

Bana zarar vermek istemiyorsun.
Ama kurşunun ne kadar derine girdiğine bak.
Seni paramparça ettiğimin farkında değilsin.
Kalbimizde fırtınalar kopuyor, bebek.
Sevdiklerimizden ne kadar çok nefret ediyoruz.
İkimiz de umursuyoruz, değil mi (!)

Şimdi bu anı senden çalmama izin ver.

Gideceğim yollar, gözlerindeki uzaklık.
Seninle bir arada olmaya çalışıyorum, bunu yapabilir miyim bilmiyorum.
Ama bu sadece bir hayaldi, sadece bir hayaldi.
Oh, çok fazla konuştum, hayır yeterince konuşmadım.
Seni denerken gördüğümü sandım.
Her fısıldı, her geçen saat.
Beni dizlerim üzerine düşüren kayganlık.
Seni denerken gördüğümü sandım.
Ama bu sadece bir hayaldi, sadece bir hayaldi.

But that was just a dream
Try, cry, why try?
That was just a dream
Just a dream, just a dream
Dream.


12 Nisan 2013 Cuma

way back


Merhaba sevgili dinleyenler.
Aslında benim buraya "Kitabı Mukaddes'in boş sayfalarına yazılmış isim ve tarihler kadar barizdi." hakkında yazmam gerekiyormuş.
Bazen kelimelerle ifade etmek istemiyorum kendimi. İsimler ve tarihler kadar bariz olsun işte. Çünkü yetmiyor evrenin sundukları bana. Ve ben istiyorum ki okuldan ne kadar nefret ettiğim hakkında konuşayım burda. Ne kadar saçma sabahlara ve yollara uyandığım hakkında da konuşayım. İnsanlar hakkında konuşayım, hiçbirini yanımda istemediğim insanlar.
Ama konuşmuyorum sevgili dinleyen. Çoğu zaman yaptığım gibi resimlerin benim yerime konuşmasına izin veriyorum. Belki de bu yüzden yazılı resimleri bu kadar çok seviyorum.


Ayrıca dışarısından nefret ediyorum, insanlardan nefret ediyorum, sokaklardan nefret ediyorum.
Bu şehirden nefret ediyorum.
Nefret etmek anlamını yitirirken ben hala nefret ediyorum.



Bazen kendi kafamın için de olmak o kadar yorucu ki, ağlamak istiyorum.

Yalnız ben bu cümle hakkında yazamam demiştim, ben kafamda ne varsa onu yazarım demiştim.
İçimde ne varsa, o kelimelere dökülür işte. Plan yok, rahat var.

4 Nisan 2013 Perşembe

Yani

Ne kadar dikkatli olursanız olun, hep bir şeyleri kaçırmış gibi hissedeceksiniz; sizi derinden etkileyen, tamamını tecrübe edemediğinizi söyleyen o berbat his. Dikkat kesilmeniz gereken dakikaları hızla geçmenizin yarattığı o zavallı duygu hep kalbinizde olacak.

Yani o hisse alışsanız iyi olur. Günün birinde tüm yaşamınız bu histen ibaret olacak çünkü.

Chuck Palahniuk - Görünmez Canavarlar*

2 Nisan 2013 Salı

Faith, can I take it?

Bazen şarkıları dinlediğim kişiler yani şarkıları dinlerken düşünüp onlara yakıştırdığım kişiler o kadar saçma ki, Melis'in dediği gibi aptalın biriyim.
Melis melis melis.
İdol kavramını sevmiyorum, kimse gibi olmak istemiyorum birini idol alarak da, ben benim.
Ama Melis, benden daha ben.
Olduğum ve olabileceğim her şey.
Pearl Jam'in deyişi gibi çünkü "all that I am, all I'll be... "
Nasıl canımın bu şarkıyı çekişi, bu şarkıyı isterken ölüşüm ve elimi uzatıp açamayışın gibi, elimi uzatıp sana dur diyemeyişim.
Çünkü sen o sandın, sabırla göğe baktım.
Gölgemde dinlenmeye gel, birer birer yağacak kanlı yapraklar.
Başına, akılsız başına.